İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Prof. Dr. Mustafa UĞURLU

Erentepe (Gerçen) köyünden Prof. Dr. Mustafa Uğurlu’nun köyünde başlayan eğitim öyküsü.

Ben, Mustafa Uğurlu, resmî kayıtlara göre, 20 Şubat 1960 tarihinde Antalya’nın Kumluca ilçesine bağlı Erentepe köyünde dünyaya geldim. Oysa anneme göre, çok sıcak bir yaz gecesi sabaha doğru Savrun’da (“Güzören”) tarlamızdaki alacık evimizde doğmuşum. Doğumdan hemen sonra çok kötü hastalanmışım; öleceğimi düşünmüşler. Bana nüfus cüzdanı da sonradan çıkartılmış. Zira benim doğum yerimde “Erentepe”; 1960 doğumlu bazı sınıf arkadaşlarımınkinde köyümüzün eski adı “Gerçen” yazıyor.

Annem babam Gerçen (“Erentepe”) köyünden. Birbiriyle akrabalıkları da var. Altı kardeşiz. Ailenin en küçük çocuğu benim.

1966 yılında Erentepe İlkokulu’na başladım. Köyümüzün şimdi harabe hâlinde olan, ama o zamanlar yeni yapılmış olan okulu, iki dersliği, bir müdür odası olan betonarme bir bina idi. Hemen karşısında da iki öğretmenlik lojmanı vardır. İki derslikten de anlaşılacağı üzere birleştirilmiş sınıflarda okuyorduk.

İlkokul yıllarımdan elbette birçok hatıram var. Bazılarına kısaca değinebilirim: Yanıkköy mahallesindeki evimizden yürüyerek her sabah erkenden okula gelirdim. Bu yol, şimdiki çocukların ölçülerine göre, muhakkak arabaya binilmesi gereken bir mesafedir. Çok daha uzak mahallelerden gelen arkadaşlarımız da vardı üstelik.

O günlerden bugüne çok şey değişmiştir: İlkokulda hiç hoş karşılanmayan öğretmen değişikliği, bizim için sıradan bir durumdu. Nerdeyse her sınıfta farklı öğretmenlerde okurduk. Milâttan önce var olduğu sanılan dayak da sıradan bir şeydi. Ödevlerin yapımı, ‘kerrat cetvelinin ezberlenmesi, okulun tertip ve düzeni gibi şeyler, gerektiğinde öğretmenin tokadıyla veya cetveliyle sağlanırdı. Bu da bütün aileler için alışılmış bir durumdu. Dersi bilemediği için öğretmeni tarafından tokat yiyen bir çocuğun ailesi, öğretmenle kavga etmeye gelmez; hele hele basına haber vermek tasavvur dahi edilemezdi. Basının varlığı zaten bilinmiyordu.

Okulumuzun, daha sonradan bina yapılan, yolun kenarındaki alanı; bayrak töreni için toplanma yeriydi. Atatürk büstü de buradadır. Burası aynı zamanda yakan toptan voleybola, futbola oyunlar oynadığımız, teneffüslerde koşuştuğumuz, itişip kakıştığımız yerdi. Oyunlarımız taş devrinden kalmaydı. Okul binasının etrafındaki beton şerit üzerine çizdiğimiz çizgilerle ‘dokuztaş’ oynardık. Kızlar genellikle ip atlar, ‘beştaş’ oynardı. Yassı bir taşı seke seke sürükleyerek oynanan ‘çizikçik’ de sevdiğimiz oyunlarımızdandı. Ayrıca kovalamaca için okulun çevresindeki geniş portakal bahçesi de vardı. Teneffüslerde, yüksekten bakılmış olsaydı, kara önlüklü beyaz yakalıklı yüzlerce çocuğun neşeli çığlıklarla karınca gibi kaynaştığı görülürdü. Zaman zaman köyüme gittiğimde çatısı çökmüş, boyası dökülmüş, içi dışı harabe hâline gelmiş okulumuzu, yabanî ot kaplamış çevresini gördükçe gözümde o günler özlemle canlanır; ama daha çok içim sızlar. Oysa o günlerden bu güne hane sayısı çoğalan ve geliri artan köyümüzde, çocuk sayısı inanılmaz şekilde azalmıştır. Maalesef Anadolu’nun daha birçok Türk köyünde de okullar, çocuk azlığı yüzünden işte böyle viraneye dönmüştür. Yunus Emre’nin diliyle söylersem: Bitmekte olan Türk nüfusuna yanar içim, göynür özüm!

Öğle yemeklerimizi çoğu kere okulda yerdik. Özellikle evleri uzak olanlar, sabahtan öğle yemeklerini birlikte getirirlerdi. Yağlıklarımıza (“bez mendil”) o gün annemiz ne koyduysa, öğle yemeğimiz oydu. Yufka ekmeğinin arasına bir topak deri peyniri, zeytin, soğan; bazen haşlanmış yumurta da konurdu. Mevsimine göre meyve de getirirdik. Yiyeceklerimizin hiç biri satın alınmış değildi, ailecek üretirdik. Sıramızın gözünde öğle arasına kadar bizi bekleyen yemeğimiz, mis gibi kokar dururdu. Öğle teneffüsünün ziliyle birlikte çıkınlarımızı kaptığımız gibi bir ağaç altı, bir taş başı tutardık. Burada bizler, aynı zamanda paylaşmayı da öğrenirdik. Samimî arkadaşlar birlikte yemek yer; kendi payının bir kısmını arkadaşında yoksa verirdi.

Okulumuzun hem içini hem de çevresini kendimiz temizlerdik. Belli günler, ama muhakkak her cumartesi günü öğleyin okulumuzun içini süpürür, yıkardık. Temizlik nöbetçisi öğrencilerin kimisi kovalarla okulun çeşmesinden su çeker, kimisi büyük bir enerjiyle süpürgeleri kapar, okulun sınıflarını tertemiz yapardı. Çevre temizliği ise zaten her gün, ‘Andımızı söylemek için toplanmadan önce yapılırdı. Özellikle sonbaharda okulun etrafındaki ağaçlardan düşen sarı yapraklar tek tek toplanırdı. Okul Başkanı, bütün bu işlerden öğretmene karşı sorumluydu. Ana babamız, bizim bu temizlik işlerimize asla kızmaz; hele hele ‘Benim çocuğum hizmetçi mi!’ diye okulu basmayı hiç düşünemezdi. Şimdi çoktan unutulan bir hususu da yazayım: Biz cumartesi öğleye kadar ders görürdük. Öğretmenimiz, geriye kalan kısa hafta sonunda yapmak üzere muhakkak ödev verirdi. Nisan ayının sonlarına doğru uzak mesafelere öğretmenlerimiz eşliğinde okulcak gezi düzenlerdik. Hem de dereden geçip kayadan aşarak sıkı bir yürüyüşle öğleye orada olurduk. Bu, bazen Savrun köyündeki kardeş okula, bazen de Erentepe’nin zirvesine olurdu. Bunun için yiyeceklerimizi özenle hazırlardık. Hele kardeş okula gideceksek, yumurtalarımızı bolca soğan kabuğu ile kaynatırdık. Bu yumurtalarımızın, hem koyu kahverengi rengiyle güzel görünmesine hem de yumurta döğüşlerinde kazanmayı sağlayacak kadar kabuklarının sağlam olmasına yarardı.

Mustafa Uğurlu ilkokul piyesinde

Okulumuzda bizi yakından ilgilendiren bayramların başında elbette ‘23 Nisan’ gelirdi. Her sınıf, öğretmenleri eşliğinde hummalı bir hazırlığa girişirdi. O sınıftan kimler şiir okuyacaksa veya başka bir hüner gösterecekse bu; uzun bir ezberleme, deneme ve seçme sonucunda belli olurdu. Her şey bu kadar, elbette değildi. Asıl iş, o büyük günde ana-babalarımızın ve köylülerimizin huzurunda alnımızın akıyla vazifemizi tamamlamaktı. Hazırlık safhasında bülbül gibi okuyan nicesinin, kürsüye çıktığında her şeyi unuttuğu ya da heyecandan sesinin kısıldığı görülmemiş şey değildi. Ben de daha birinci sınıftan itibaren her bayramda şiir okuyanlardan olurdum. Hatta son sınıfta oynadığımız piyes hiç aklımdan çıkmaz. Konusu İstiklâl Savaşı yıllarında ‘Türk efe ve kızanları’ ile ‘Yunan askerleri’ arasında geçen olaylardı. Bu piyeste ben, başımda öğretmenimin hazırladığı kalpağım, burma bıyıklarım ve boyumdan büyük tüfeğimle aynı zamanda başrolü üstlenen ‘efe’yi temsil ediyordum.

Ben dersleri, kitap okumayı çok severdim. Belki üçüncü sınıfın sonunda okuldaki bütün kitapları okuyup bitirmiştim. Zaten bunlar çok da değildi. Çoğu İstiklâl Savaşı ile ilgili veya “Azca Tamah Çokça Ziyan Getirir” cinsinden, zannederim kırklı yıllarda basılan küçük kitaplardı. Bu kitapları, zaman zaman akşamları gaz lâmbasının titrek ışığında aileme de okurdum. Zira annem babam okuma-yazma bilmezdi. Özellikle İstiklâl Savaşı ile ilgili olanlar çok ilgi çekerdi. Gülünecek yerinde ailecek güler, ağlanacak yerinde ağlardık.

Son sınıfa doğru, okunacak kitap kalmayınca öğretmenlerimin elinde olanları da istedim ve okudum. Hatta okuyacak doğru dürüst bir şey kalmayınca, renkli resimleriyle, kaliteli ve incecik bir kâğıda basılmış hâliyle şimdi bile gözümde canlanan ‘Hayvanlar Ansiklopedisi’ni de okumuştum. Okuma deyince, şunu da kaydetmeliyim: Ortanca ağabeyim Kumluca’da Ortaokula gidiyordu. Hafta sonları eve gelirdi. Bazen okumak için kitap da getirirdi. Ben de ondan saklı, yaşıma uygun olmayan bu kitapları da okumaya gayret ederdim.

Hayatımı şekillendiren zaman, ilkokulun beşinci, yani son sınıfıdır. Son sınıfta öğretmenimiz İsmail Tunalı idi. Hâlâ hafızamda bütün canlılığı ile duruyor: Öğretmenimiz, orta boylu, hafif topluca, biraz da sarışınca genç bir adamdı. Mersinli olduğu için adı köyümüzde “İsmail” diye değil de “Mersinli” diye bilinirdi. Bu öğretmenimiz derslerimizle çok ilgileniyordu. Meselâ daha önce hiç bilmediğimiz küme çalışması yaptırıyordu. İsmail öğretmen, benimle diğer arkadaşlarımdan da fazla ilgilenirdi. Özellikle de matematik dersinde anlayamadığım bir şey olursa üşenmeden anlatırdı. Böylece ben, daha ikinci dönemin başlarında, kitabımızdaki bütün matematik konularını ve problemlerini çözmüştüm. Son sınıfta aynı zamanda ‘okul başkanı’ idim. Bu vesile ile öğretmenimin ellerinden minnetle, hürmetle öpüyorum.

Öğretmenim sayesinde ‘öğretmen okulu’ imtihanına müracaat ettim. Yoksa ben ne bunu, ne de başka imtihanları biliyordum. Köyümüzde kimse de bilmiyordu. Öğretmenim olmasaydı, Aksu Öğretmen Okulu’na gidemezdim. Ama bu esnada, annemin bana her vesile ile yaptığı nasihatleri, daha doğrusu ‘dersleri’ de unutmamak lâzım. Dersin konusu her zaman, bir öğretmenin temiz kıyafetler içinde ve hiç yorulmadan yaşadığı ‘lüks’ hayatıyla, bunların tam tersi olan köylülerin hayatının karşılaştırılması idi.

Öğretmen Okulu’na yatılı öğrenci seçme imtihanı, iki aşamalı idi. İlkine Kumluca bölgesindeki ilkokullardan kalabalık bir grupla Kumluca’da, hatırlayamadığım bir okulda girdik. Kumluca’ya da zaten o güne kadar çok da gitmemiştim. Daha önce hiç görmediğim ve bilmediğim test şeklindeki sorularla bu imtihanda karşılaştım.

Bu imtihanı kazandım. İkinci imtihan, Aksu Öğretmen Okulu bünyesinde yapılacaktı. İmtihandan bir gün önce sabah erkenden yola çıkarak sıcak bir yaz günü akşama doğru Antalya’ya ulaştık. Zira Kumluca-Antalya yolu eski bir cip veya minibüsle nerdeyse tam bir gün sürüyordu. Bu kıvrım kıvrım dolanan yollar ve daracık arabanın içinde sıkış tepiş oturan ve en kötüsünden sigara içen yolcular sebebiyle beni araba tutmuştu ve kusmuştum. Yanımda büyük ağabeyim ve Okul Müdürüm Süleyman Torunoğlu da vardı. Antalya’yı ilk defa görüyordum. O zaman Kumlucalıların uğrak yeri olan ‘Alanya Palas’ta yerimizi ayırttıktan sonra çarşıda biraz dolaştık. Üçümüz birlikte o akşam Tophane’de çay içtik, limanı seyrettik. Renkli ışıklarıyla Antalya ve limanı, bana bambaşka bir âlemin de var olduğunu gösteriyordu. Zira o güne kadar elektrik ışığını ben, sadece kitaplar vasıtasıyla tanımıştım.

Sabah erkenden imtihana girecekler ve onlarla birlikte gelenlerden oluşan bir
kalabalık olarak Aksu Öğretmen Okulu’nun bahçesini doldurduk. Hepimiz heyecan
içinde, imtihana gireceğimiz sınıflarımızdaki sıralarımıza oturduk ve pembe renkli cevap
kâğıdımıza soru kitapçığındaki seçenekleri işaretledik.

Hayret! Ben, bu ikinci imtihanı da kazandım. Hatta o yıl ‘Finike çukuru’ndan bir tek
ben kazanmışım. Bundan dolayı tanıdık tanımadık insanların takdirlerini gördüm. Eylül
ayında babamla birlikte okulun istediği malzemeleri Antalya’dan satın aldık. Bu arada gıcır
gıcır bir de mandolinim olmuştu. Bavulumla birlikte babam beni okula emanet ve teslim
etti. Banka bilinmediği için okul kantinine, o zamanlar hele bir köylü için çok para olan
üç yüz lirayı da yatırdı. Kantinci benim ismine bir sayfa açtı. Ne zaman ne kadar istersem
alabilecektim.

Böylece 1971 yılının Eylül ayında Aksu Öğretmen Okulu’na yatılı öğrenci olarak
başladım.

Bundan sonrasını artık kısacık yazmalıyım:

Altı yıl sonra, diplomama göre, 23 Mayıs 1977’de Aksu Öğretmen Lisesi’ni bitirdim.
‘Okul’ diye girdiğimiz okul, bu arada ‘lise’ adını almıştı. Bu geçen sürede artık güngörmüş,
gözüm açılmış, çeşitli konularda fikirlerim oluşmuştu. Hatta biz, şimdiki çocukların
tasavvur edemeyecekleri kadar, Türkiye’nin meseleleriyle de ilgileniyorduk. Bu uğurda
birbirimizle fikir münakaşası, hatta kavga da ediyorduk. Yani, bundan sonra nasıl bir
okula gitmek istediğimi artık kendim biliyordum. Lisede ‘Matematik’ sınıfında olmama
rağmen, okumak istediğim yer ‘Edebiyat’ bölümüydü. Bu sebeple üniversite imtihanında
Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdarî Bilimler Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü
tercih ettim ve kazandım. Bu arada öğretmenlik dallarından birinde fakültede okuyan
öğrencilere, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesindeki liselere öğretmen olmak şartıyla, yatılı
öğrenci imkânı sağlayan Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun imtihanını kazandım.
Böylece Hacettepe’de okurken, fakir bir öğrenci olarak devletin pişmiş aşını yedim; temiz
çarşafında yattım. Bu kadarla değil, bu okuldan öğretmenlikle ilgili derslerimi aldım.

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1982 yılında bitirdim. Yüksek lisans yapmak istediğim
için Ankara dışında lise öğretmenliğine gidemezdim. Daha fakültenin son sınıfında iken,
Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün ‘eski yazı bilir’ arşiv memuru aradığını öğrendim.
Lise diplomamla müracaat ettim. Yapılan imtihanı kazandım. Fakültenin bitiminde
Ankara’da işim hazırdı. Bir yıl burada çalıştım. Bu bir yıl zarfında haftada bir gün, Ortadoğu
Teknik Üniversitesi’nde ‘Türk Dili’ dersleri verdim. Yani, hayatımda ilk ‘hoca’lığım, 1982-
1983 öğretim yılındadır. Şunu da kaydetmeliyim: Bana, öğretmen olmadığım için borç
çıkaran Millî Eğitim Bakanlığı’na paramı da bu esnada ödedim. Şimdi düşünüyorum da
nereden nereye geldiğimize hayret ediyorum: O zamanlar Bakanlık, bizi âdeta zorla
öğretmen yapmak istiyordu; şimdi ise binlerce fakülte mezunu genç, öğretmen olmak için
Bakanlık’ta her kapıyı zorluyor.

Yüksek lisans öğrenimini 1984 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
tamamladım. 1983-1986 yılları arasında Ankara Üniversitesi Türk Dili Bölümü’nde
araştırma görevlisi olarak çalıştım.

1986 yılında Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora öğrenimime
devam ederken, Millî Eğitim Bakanlığı’nın 1416 Sayılı Kanun kapsamında ‘Türk Dili’ alanı
için açmış olduğu bir kişilik yurt dışı burs imtihanını, girenler içinde birinci olduğum için
kazandım. Bu dönüm noktasında, ‘kalmak’ veya ‘gitmek’ diye özetlenebilecek hayatımın kararını vermem gerekiyordu. ‘Kalmak’ kolaydı: Doktora yapıyordum ve üniversitede çalışıyordum. Yani, işlerim yolundaydı. ‘Gitmek’ ise belirsizliklerle doluydu. Her şeyden önce, dilinin tek bir kelimesini bilmediğim bir ülkeye gidecektim ve bu dille doktora yazacaktım. Ben, risk almayı seçtim. Her şeyi bırakıp yurt dışına gitmeye karar verdim: Doktora öğrenimimi bıraktım; araştırma görevliliğinden istifa ettim. Almanya’da Goethe-Enstitüsü’nde bir yıl dil kursundan sonra 1987 yılında başladığım doktora öğrenimimi, ‘Türklük Bilimi’, ‘Doğu Dilleri’ ve ‘İslâm Tarihi’ alanlarında Mainz Johannes Gutenberg Üniversitesi’nde 1993 yılında tamamladım. Yurda dönerek Kırıkkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladım.

1995 yılında Yeni Türk Dili sahasında doçent unvanını aldım. 1997-1998 öğretim yılında Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevî Uluslar Arası Kazak-Türk Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde vazife yaptım.

2001 yılında profesör unvanını aldım ve Muğla Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. 2001-2002 yıllarında Fen-Edebiyat Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı ve Dekan Vekili; 2004-2009 yılları arasında Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü başkanı olarak vazife yaptım. 2008 Bahar Yarıyılında “Erasmus Ders Verme Hareketliliği” programı çerçevesinde İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde bulundum. 2009-2010 öğretim yıllarında Girne Amerikan Üniversitesi’nde çalıştım. 2011 yılından itibaren yeniden Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nde çalışmaya başladım. Şu anda Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığı’nı yürütmekteyim. Evliyim. Kutalmış ve Erbilge adında iki oğlum var.