20.08.2004 günü saat 17.00 de Karacaören köyü Akpınarağzı mevkiinde arabadan iniyor ve çantalarımızı hazırlamaya başlıyoruz. Kısa bir hazırlıktan sonra çantalarımızı ve diğer malzemelerimizi sırtımıza alıp; çam ağaçlarının arasında yavaş yavaş yükselmeye başlıyoruz. Ağır ağır dağa doğru tırmanıyoruz. Eski ekibimizden Kumluca Kaymakamı Abdullah Aslaner, Av. Ramazan Savran, Cezmi Tuncel ve ben Turgut Eken var. Tabii ekibimizde yeni üç isimde var. Karacaören köyü Muhtarı Reşit Şahin, Sarıcasu köyünden Refik Nacakçı ve 14 yaşındaki oğlu Mahir Nacakçı. Ben Mahirin bu geziye dayanıp dayanamayacağı konusunda tereddüdüm var ama bir kere çıktık yola. Yaklaşık 2,5 saatlik bir yürüyüşten sonra 1866 metre yükseklikteki Akpınar yaylası Bozpınar mevkiine varıyoruz. Orada akşam Karacaören Köyünden Durmuş Sarıkaya Amcamız ve eşi Saliha Teyzemizin misafiri olacağız. Çünkü Saliha teyze geçen sefer ona misafir olmadan gittiğimiz için bize kızmıştı. Ona söz vermiştik, o sözümüzü de yerine getirmiş olacağız.
Durmuş Amca ve Saliha Teyze çoban evinde Kızı ve iki torunu ile bizi ağırlıyorlar. Tabii oraya varmamız hep beraber olmadı. Yaklaşık ilk varanla son varan arasında yarım saatten fazla bir zaman vardı. En son kimin vardığını sormaya gerek olmaması lazım. Herhalde bu kişinin Turgut Eken’den başkası olması imkânsız. Önden varan arkadaşlar akşam yemeği için ev sahiplerine yardıma koyuldular ve enfes bir akşam yemeğinden sonra tabii hemen bir çay partisi dolayısıyla da sohbet. Enfes Akşam yemeği bizim geleceğimizi haber alan Durmuş amca ve Saliha teyzenin biz gelinceye kadar kestikleri keçinin eti. Onun hazırlanmasına yardımcı oluyoruz. Bilhassa Cezmi en çok çalışan oluyor ama Cezmi et yemediği için hazırladığı etlerden yiyemiyor.
Bu arada Kumluca ovasının bir bölümünün ışıklarını da dağdan seyrediyoruz. Bu arada havada şansımızdan iyi olduğu için o yükseklikte yıldızları seyretmek ayrı bir zevk. Gece saat 22.30 civarı yatıyoruz. Sabah erken kalkacak ve yola devam edeceğiz.
Sabah saat 6:30 gibi yavaş yavaş kalkmaya başlıyoruz. Saat 7 de hepimiz ayaktayız. Ev sahiplerinin hayvansal yiyeceklerden oluşan enfes bir kahvaltı ve saat 8 civarında uzun yolculuğa başlıyoruz.
On dakikalık bir yürüyüşten sonra geçen gezimizde gece konakladığımız ve çok güzel bir ev sahipliği gördüğümüz çoban evine vardık. Dursade kızımız tarafından çaylar hazırlanmış bile, o çayı içmeden yola çıkmak olmaz diyerek yola tam ısınmak üzere iken tekrar duruyor ve Dursade kızın o nefis çayından içiyoruz. Yola çıktıktan sonra yaklaşık 5-6 saat sonra suya ulaşacağız. Herkes ona göre suyunu dolduruyor ve yola koyuluyoruz. Bu ara çıktığımız yerlerin yüksekliklerini de ölçüyoruz. Akpınar yaylası 2005 metre idi yani bizim kaldığımız yerden 139 mt. daha yüksek. Önümüzdeki küçük sırtı aştıktan sonra bir çoban evinin yanından geçerken yüzleri kıpkırmızı çatlamış küçük çocukları görüyoruz. Az daha ileride tekrar dağa doğru tırmanıyoruz. Yoldan geçerken oralarda bulunan atlar ve katırlar bizlere tuhaf tuhaf bakıyorlar. Herhalde yakında bizim gibi bir varlık görmemişler.
Bundan sonra hep tırmanıyoruz. Yollarda dağ kızılcıklarını görüyor ve fırsat buldukça toplayarak yemeye çalışıyoruz. Tabii ekşi ekşi dağda iyide geliyor. Gideceğimiz yolu tam bilmiyoruz ama gideceğimiz yönü iyi biliyoruz. Onun içinde küçük bir keçi yolu bulursak bize asfalt yol gibi geliyor. Bazen o yolağı kaybediyor ve tahmin yürüterek istikamete doğru gidiyoruz. Derken bir sırta çıkıyor ve orada mola veriyoruz. Artık orada Kumluca’nın bir kısmı ve gödene tarafını tam çıplaklığı ile görüyoruz. Burası Ambar katranının biraz daha ilerisi ve kerimler kuyusu yaylasının tam arkası. Karacaören Köyünün ise bittiği yer. Yani Geçen geziye Karacaören Köyü sınırlarından başladık ama Karacaören sınırını ancak aşabildik. Telefonlar burada çektiği için herkes telefon konuşmalarını yaptı. Çünkü dağın çoğu yerinde telefon çekmiyor. Dağa tekrar tırmanmaya başladık. Fakat önümüzde bir yolak yoktu. Bildiğimiz tek şey kartal tepesinin arkasındaki boğazdan aşıp Sımandır yaylasına varmak. Gideceğimiz yeri iyi tahmin ediyoruz. Yola tam koyulduğumuzda bir yamaçtan geçiyoruz fakat yamaç tam taşlık ve kayalık. Önümüze bir hedef seçiyor ve oraya kadar bir hızla geçiyoruz. Tekrar bir hedef seçinceye kadar insan yumuşuyor ve gitmek biraz zorlaşıyor. Orada cidden çok zorlandık ayaklarımız tamamiyle kesildi. Tabii gençler biraz daha iyi onlar hızlıca gidip benim gelmemi bekliyorlar. Bu arada da dinleniyorlar. Kaymakam beyde bu sefer ayağı arızalı olduğu için zorunlu olarak bana uymaya çalışıyor. Bende Kaymakamımızın ayağının arızalı olmasına üzülüyorum ama bir yandan da seviniyorum, Çünkü bana arkada bir arkadaş çıktı. Tabii bu yolculukta nal toplayıcılık çoğunlukla bana düşüyor. (Nal toplayıcılığı da merak edeceksiniz. Eski atalarımız atlarla yolculuklar yaptıkları için önden giden atlardan düşen nalları en geriden gelen toplarmış. Bizde şimdi en geriden gelene nal toplayıcı diyoruz. Bizim yolculukta da çoğu kez en geriden gelen ben oluyorum. Onun içinde bizim kervanın nal toplayıcısı benim.) O zorlu yolu aştıktan sonra bir patika bulduk ve biraz rahatlayarak yürüdük. Ama tepeyi aşınca hedefi göreceğimizi zannediyoruz ama karşımıza ayrı bir tepe çıkıyor. Biraz yoldan yürüdükten sonra tekrar tepeler tırmanıyoruz. Önümüzde yol yok sadece önümüzdeki yüksek boğazı aşarsak sımandır yaylasını göreceğimizi zannediyoruz. Öylede oluyor ve 2500 metre yükseklikteki sırta varınca sımandır yaylasının olduğu yeri tahmin edebilecek hale geliyoruz. Orada biraz dinleniyoruz ama benim durumum biraz kötüleşmiş ki arkadaşlar benim sırtımdan çantayı aldılar.
Yürümeye devam ediyoruz. Tepeyi aşınca hedefe varacak gibi görüyoruz, ama tepe bitince bir tepe daha geliyor karşımıza. Derken Sımandır yaylasını en beri noktasındaki yamaçta bulunan çeşmeye varıyoruz. Ama ben buraya varınca birmiş bir vaziyetteyim. Artık adım atayım mı, atmayayım mı düşünüyorum ve yorgunluktan mosmor kesilmişim ama artık çeşmeye vardık ya yürü diyorum kendime. Ama şükür ki arkadaşların arkasından bende varıyorum.
Çok güzel bir çeşme yapılmış. Suyu harika, ama etrafında oturulacak bir yer yok. Hatta çeşmenin önüne oturup ayağımızı yıkayabileceğimiz bir yeri bile yok. Hemen ayakkabıları çıkarıp, ayaklarımızı yıkamaya başlıyoruz. Yürümekten bıkmış ayaklarımıza bu adeta bir ilaç gibi geliyor. Karnımızın da ne kadar acıktığını tahmin edebilirsiniz. Ama çeşmenin etrafında oturup yemek yiyecek bir yer olmadığı için biraz aşağıdaki çayırlık kısma geçiyoruz. Orada küçük küçük birkaç ev var. Sımandır köylüleri oraya yaylalamaya geliyorlar ama biz vardığımızda taşınmışlar. Biz orada su yoktur diye su kaplarımızı doldurup oraya gittik ama bir çeşmede orada var. Tabii bu bizim için çok sevindirici bir durum oldu. Çayırın üzerine azıklarımızı serdik ve konserve, zeytin, peynir gibi yiyeceklerden oluşan enfes soframızı kurduk. Yukarı taraftaki evin önünde ki rüzgâr almaz bölümde bir yandan da çayımızı demliyoruz. Denizden yüksekliği 2150 metre olan bu yaylada yemeğin üstüne sıcak bir çayın ne kadar güzel olacağını tahmin edebilirsiniz. Yemek ve çaydan sonra biraz oturup dinleniyoruz. Yaklaşık bir buçuk saatlik bu yemek ve dinlenme faslı bizi kendimize getiriyor. Vücudumuzun yorgunluğunu büyük ölçüde atmış oluyoruz. Ben orada çadırları kurup geceyi orada geçirmeyi öneriyorum. Ama arkadaşların çoğunluğu yaklaşık 1- 1,5 saat ileride bulunan gücükpınar yaylasına kadar yürümemizi istedi. Tabii çoğunluğun dediği oldu ve Arkadaşlardan bir kısmını saat 17,30 dan sonra akşam kalacağımız yeri ayarlamak ve çadırları kurmak üzere önden gönderdik.
Ben, Kaymakam Bey ve Refik Nacakçı biraz daha dinlenip onların arkasından yola koyulacaktık. Nitekim saat 18 den sonra yürümeye başladık. Yürümek üzere kalktığımızda Refik bana dönerek “ Turgut abi dön de şöyle bir yüzüne bakayım” dedi. Ne gördüğünü sorduğumda “Bu yaylaya geldiğimiz iki saat öncesindeki durumundan bir eser kalmamış. Yüzün tamamiyle düzelmiş.” dedi. O yaylaya geldiğimde cidden çok bitkin bir haldeydim. Ama o iki saat ilaç gibi gelmişti bana. Orada birde dikkatimi çeken konu şu oldu orada bulunan bir evin yanına küçük bir oda yapılmış ve kapının yanına bir levha asılmış. Levhada kapının nasıl açılacağı yazılıyor ve odanın kullanıldıktan sonra aynı şekilde bırakılması isteniyor. Oda bize Sımandır köylülerinin misafir perverliği hakkında bilgi veriyor.
Sımandır yaylasından yola koyuluyoruz. Uzunca bir vadi ve çayırı geçtikten sonra yine dağların arasında kayboluyoruz. Ama buradaki yürüyüş bize deniz kenarında volta atar gibi geliyor. Çünkü; gittiğimiz yol araba yolu. Sımandır dan gelen yol belli bir yerde ikiye ayrılıyor birisi sımandır, biriside gücükpınar yaylasına gidiyor. Biz o noktaya gelmedin yine dağa tırmanıyoruz. Eğer yoldan dolaşırsak daha fazla yol gitmemiz gerekiyor. Bir müddet dağdan yürüdükten sonra tepeye çıkıyoruz. Tepede az yürüdükten sonra gücükpınar yaylasını tepeden görüyoruz. Gücükpınar yaylası Büyükalan köyü Karağaç mevkiinin tam üzerinde bir çukur içerisinde. Çeşitli köylerden yaylaya gelen insanların kaldığı bir yayla. Dağdan dik insek biraz kolay olacak ama biz normal yoldan dolaşarak iniyoruz geceyi geçireceğimiz yere. Önden Giden arkadaşlar gücükpınar yaylasında kalacak eski bir ev bulmuşlar onun için çadır kurmamıza gerek kalmamış. Orada yaylalamak ta olan Karacaören Köyünden İbrahim Altıntaş var, onun evinin yanında babasının barakası boşmuş biz oraya yerleşiyoruz. Ev eski taş duvardan yapılmış iki odalı bir eski köy evi. Odanın birisi depo olarak dolu. Ocaklığı olan boş odaya biz yerleşmeye çalışıyoruz. Arkadaşlar bu ara ocaklığa ateşi bile yakmışlar nede olsa yayla ve hava soğuk. Evin içine sığamadığımız için yemeği evin önünde yemek zorundayız. Ev sahibi İbrahim Altıntaş ve eşi bize hemen bir sofra hazırlıyorlar. Ama bizi hayrete düşüren o kadar kısa sürede böyle enfes bir sofranın hazırlanması. Yengeye teşekkür ede ede aç olan karnımızı doyuruyoruz. Tabii bu yemek akşam karanlığı olduğu için gazlı fener ışığında yeniyor. Yukarıya baktığımızda da yıldızlar bir bir sayılacak halde.
Karnımız doyunca tabii arkasında çay harika olur diyoruz. Bakıyoruz oda hazır. Tam çay içmeye hazırlanırken etraftan o yaylada yaylalayan çaltı ve büyükalan köylüleri geliyor ve açık havada hem çay içiyor hem de sohbet ediyoruz. Tabii yayla havası yorgunluktan bir şey kalmıyor. Ama sohbette bitiyor ve yatma zamanı geliyor. Nede olsa 12 saat yürümüşüz ve ertesi günde yürümeye devam edeceğiz. Yatma zamanı gelince tabii türk misafirperverliğinin bir örneği sergileniyor ve köylüler bizi evlerine davet ediyorlar. Biz uyku tulumlarımız olduğunu bu boş evde kalabileceğimizi söylüyoruz fakat birde bakıyoruz ki küçük odaya sığmayacağız. Onun için iki arkadaşımız çaltı köyünden bir arkadaşın evine gitti.
Deliksiz bir uykudan sonda sabah altı buçuktan itibaren kalkmaya başladık. Biraz etrafta dolaştıktan sonra, İbrahim Altıntaş ve eşinin tabii yiyeceklerden hazırladığı o güzel kahvaltıyı yaptıktan sonra yola koyulmak üzere hazırlanmaya başladık. Tam o sırada İbrahim Altıntaş ertesi günü Kumluca’ya ineceğini söyledi o zaman bizim çadır ve uyku tulumu gibi ağırlık yapan eşyalarımızı sen araba ile getir dedik ve ona bıraktık. Yükümüzün çoğu gitmişti. Artık bundan sonraki yolumuz daha az yükle daha rahat geçecekti. O düşünce ile saat 8.30 civarında yola koyulduk.
Gücük pınar 2040 metre idi. Arkadaki tepeden Beydağ’ı yaylasına doğru gitmek üzere önümüzdeki ilk tepeye tırmandık. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra tepeyi çıktık ve bir istirahat molası verdik. Bu tepenin rakımı 2263 metre idi. Yani 223 metre daha yükseğe çıkmıştık. Ondan sonraki yolumuz artık fazla rampa yoktu. Güle oynaya yaylada bir yürüyüş yapıyorduk. Yolun Kenarında keçiler ve atlar vardı. Onlara sataşarak saat 12,30 civarında Yıldırım kuyusu yaylasının üzerinden geçerek Beydağ’ı yaylasını gören Gökbelen mevkiinin üzerine geldik. Orada bir mola verdik ama oradan birçok yeri görebiliyorduk. Dere köyünü tepeden, Beydağ’ı yaylasını yandan, Söğütcuması’nı, sarıçınar tepesini, Tahtalı dağı velhasıl çevremiz hakkında epey bilgimiz arttı orada.
Dinlenmemiz çok iyiydi. Etrafı çok iyi gördüğümüz bir yerde idik. Ama karnımızda acıkmaya başlamıştı. Onun için yürümeye başladık. Önümüzde hafif meyille aşağıya doğru inen bir sırt vardı. O sırttan yürümeye başladık. Ama önümüze naneli adaçayı ve kekik çıkınca bir yandan yürüyoruz, bir yandan da adaçayı ve kekik topluyoruz. Tabii bu durumda bir saatte ineceğimiz yol iki saate uzuyor. Derken Beydağ’ı yaylasının bir ucu olan Gökbelen mevkii yakınlarında ki Kartal pınarına varıyoruz. Buraya varışımızda saat yaklaşık öğleden sonra iki civarı idi. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra hemen yemek hazırlığına başlıyoruz. Herkesin çantasında kalan yiyecekler tamamiyle dökülüyor ortaya ve hemen yemeye koyuluyoruz. Yemekten sonra dinlenmeye koyulduğumuzda çeşmenin etrafı keçilerle doluyor. Tabii yanlarında iki çoban kadında geliyor. Önce gelmek istemiyorlar ama yabancı olmadığımızı görünce onlarda gelip oturuyorlar. Hatta kadınlardan birisi Ramazan Savran’ın çocukluk arkadaşı. Bulunduğumuz mevkiiler de çocukken çok davar gütmüşler beraber.
Dinlenmemiz iyiydi ama yürünecek yolda vardı daha. Bizi alacak vasıta tepenin hemen arkasına gelmişti. Yaklaşık 15 dakika sonra arabaya ulaşacaktık. Ama Kaymakam Bey yolun sonuna kadar arabaya binmeyeceğiz. Oruç tuttuğunuzda akşamüzeri orucu bozarmısınız dedi. Ama Turgut Eken ihtiyardır gidebilir dedi. Yani ihtiyarlığımızı yine yüzümüze vurdular. Derken artık üzerimizde yük kalmamış bir vaziyette yola koyulduk. Ben ve Ramazan Savran arabaya doğru, diğer arkadaşlar sırttan devam ettiler yola. Arabanın yanına vardığımızda çayırda yatan inekleri gördüm tabii hemen fotoğraf çekmeye başladık. Arabaya bindikten yaklaşık 7-8 yüz metre sonra durduk ve hemen arkadaşlar oraya geldi. Herkes üzerinde kalan az malzemeyi de arabaya koydular. Arabada gelen iki arkadaş hariç ekipten tek ben vardım. Diğer arkadaşlar hedefe yürüyerek varmaya kararlı idiler.
Ben araba ile giderken boş durmuyor fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Yolda keçi güden bir kadın ile ekin biçen bir kadının fotoğraflarını çektim. Az gittikten sonra sarımuar (Sarıpınar) çeşmesine vardık. Burası benim için çok önemli idi. Bu yaylayı Benim sülalem satmıştı. Büyük alan köylüleri Çeşmeyi yaptırmışlar ve başına da “Sadık Çetin ruhuna fatiha” diye yazmışlar. Sadık çetin benim dedem, onun için biraz daha duygulandım. Aradan 45 dakika geçtikten sonra diğer arkadaşlarda bize katıldı. Çeşmenin başında biraz dinlendikten sonra araba önden gitti biz yürümeye başladık.
Az gittikten sonra nohut tarlasından yolduğumuz nohutları yiyerek yürüdük. Derken saat 18 cıvarı hedefe Kayıklı göl mevkiine Ramazan (Ergün) Öztürk’ün evine vardık. Orada bayağı bir kalabalık vardı. Tabii içlerinde özel biriside vardı. Biz beydağı yaylasını bir yandan bir yana geçerken Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya da oraya gelmişti. İnsanlarla sohbet ettikten sonra Ramazan abimin ve oğlu Sait’in kısa süre hazırlattıkları yemeği yedik. Tabii bu yemekte en ilginç olay ise herkes et yerken Kaymakam ve ben hemen orada yetişen taze fasulyeden yapılan yemeği yedik. Her yerde et yiyebilirdik ama o lezzetteki teze fasulyeyi hiçbir yerde bulamazdık.
Yemek sonrası gece saat dokuz gibi arabaya binerek yolculuğu tamamlamış olduk.