Gezgin Frederick Courteney Selous’un 1894 yılında Ülkemizi ziyaretinde yazdığı Av ve Gezi isimli kitabın yöremiz ile ilgili bölümü.
AV VE GEZİ
Küçük Asya’da Bir Ay
Avcılık ve doğabilim konularıyla ilgili olarak gelişigüzel okuduklarımdan, dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayan değişik tür büyük av hayvanları hakkında oldukça geniş bilgi edinmiştim. Ve böylece 1894 yılının Temmuz ayında kendimi İstanbul’da buldum. Küçük Asya’da var olduğunu bildiğim uzun yüzlü büyük kızıl geyik (Cervııs maral) ile bir çift görkemli boynuz taşıyan yabankeçileri (Capra aegagrııs) hakkında doğru bilgiler elde etmek istiyordum. Bu nedenle yanımdaki tercümanı kentin pazar yerlerine yollayarak, buralarda geyik boynuzları satılıp satılmadığını, eğer satılıyorsa nerelerden geldiğini öğrenmesini istedim. Akşam döndüğünde, pazar yerlerinde bu konu hakkında bilgi edinemediği, ama İstanbul’da ticaretle uğraşan bir İngiliz’de bazı geyik boynuzları bulunduğu haberini getirdi. Bu şahsın adını doğru dürüst söyleyemediği için kim olduğunu anlayamadım, ancak beni onun bürosuna götürebileceğini söylediği zaman hemen kabul ettim. Böylelikle ertesi gün öğleden sonra Bay J. W. VVhittall’u1 tanımak şansına eriştim. Kendisi kısa bir süre önce “Field” dergisine Küçük Asya’daki kızıl geyikler hakkında iki makale yazmış. Bay Whit- tall’dan izin almadan adını burada açık olarak belirttiğim için ümit ederim beni hoşgörün.
1 Şimdi Sir James VVhittall, K.C.M.G.
Çok meraklı bir avcı olmasına rağmen Bay W.’un geyik avına hiç gitmemiş olduğunu öğrendim. Buna rağmen bana geyiklerin bulunduğu bölgeler hakkında geniş bilgi verdi. Ayrıca İzmir7de oturan ve hem geyik hem de yabankeçisi avlamış olan kardeşi Bay H. O. W.’dan da ayrıntılı bilgiler almayı vaat etti. Tanışalı henüz yarım saat olmasına rağmen büyük bir nezaket göstererek beni ve eşimi kaldığımız oteli bırakıp İstanbul’daki günlerimizin geri kalan kısmını konuğu olarak evinde geçirmemizi teklif etti. Bu davetine rıza gösteremedim, ancak bir sonraki pazar günü kendisinin Kadıköy’deki güzel köşküne gitmeyi hiç düşünmeden kabul ettim. Ziyaretimiz sırasında Bay W. bana Küçük Asya’nın Ankara dolaylarından gelmiş olan çok büyük geyik boynuzlarıyla güney sahillerinin Antalya yöresine ait olağanüstü güzellikte yabankeçisi boynuzları gösterdi. Bu trofeleri gördükten sonra gelecek sonbahar Küçük Asya’da birkaç ay avlanmaya karar verdim. Fakat Bay J. W. nasıl bir yol izlemem gerektiği konusunda, İngiltere’den yakında dönecek olan erkek kardeşiyle görüşmemi önerdi. Ben de bunun üzerine kararımı ileriye bıraktım. Ancak kardeşi, ben Türkiye’den ayrılmadan önce gelemeyince tüm bilgileri mektuplaşarak elde etmeyi düşündüm. Oysa garip ve şanslı bir rastlantı eseri, kendisiyle
Viyana’daki Metropole Oteli’nde karşılaştım. Burada ayrıca Transvaal’den Güney Afrikalı iki arkadaşıma da rastladım. Bay W. eşi ve annesiyle beraberdi. Bayan W. kocasıyla birlikte bazı av gezilerine katılmıştı. Bunları karıma büyüleyici tasvirlerle anlattı. Viyana’daki otelde bu şanslı buluşmanın sonucu şu oldu: Eylül başlarında eşimle birlikte kendimizi bu nazik ve konuksever dostlarımızın davetlisi olarak İzmir yakınlarındaki Bornova’da bulduk.
O sıra hava aşırı derecede sıcaktı ve geyik için de mevsim oldukça erkendi. Bu nedenle iç kısımlara, yabankeçisi bulabileceğimi tahmin ettiğim dağlık bölgelere gitmeyi planladım. Bir ay sonra da Bay ve Bayan W. ile birlikte kızıl geyik olduğu bilinen bir yöreye gidebilecek bir zamanlama ile İzmir7e dönecektim. Havanın çok sıcak oluşu nedeniyle eşim bu ilk av seferine katılmadı, nazik dostlarımızın konuğu olarak Bornova’da kalmak istedi. İzmir’den kolayca ulaşılabilecek bir keçi bölgesine gidebilirdim, fakat av bulmayı şansa bırakarak bu ülkenin kırsalını görebilmek amacıyla daha uzakları tercih ettim. Aydın demiryolunun son durağı ile Küçük Asya’nın güney sahillerindeki Antalya limanı arasında, oldukça iç kısımlarda ve her ikisinin hemen hemen ortalarında yer alan Elmalı’ya yakın bir dağ silsilesi olduğunu duymuştum. Öncelikle buraya gitmeye ve gezimi olayların akışına bırakmaya karar verdim. Bu seçimi Bay W.’nun yanıma rehber olarak verdiği yardımcısının anlattıklarına dayanarak yapmıştım. Bir yıl önce bahar aylarında patronu için çiçek soğanları aramak üzere gittiği Elmalı yakınlarındaki dağ silsilesinde yabankeçileri gördüğünü anlatmıştı. Ayrıca hiçbir Avrupalı’nın daha önce bu bölgede avlanmamış olması da bana bir avcı olarak çekici geliyordu. Yukarda bahsettiğim rehberim Manoli esmer tenli, dağlık yöreden bir Rum- du. Yüz hatları kartal başını andırıyordu. Ağır başlı ve saygılıydı. Ne kadar mükemmel ve güvenilir bir hizmetkar olduğunu da sonraları kanıtladı. Üzerindeki geleneksel giysiler ona çevresiyle her zaman uyumlu bir görüntü veriyordu. Aynı şeyleri hem aşçı hem de tercümanım olan diğer Rum Antonio için söyleyemem. İzmir’den yalnızca bu iki kişiyi yanıma aldım ve Manoli ile Antonio 9 Eylül Pazar günü Denizli’ye (Aydın’dan ayrılan demiryolu hattının son noktası) önceden varmak için eşyalarımla birlikte yola çıktılar. Salı sabahı Elmalı’ya hareket etmek üzere at kiralayıp gereken hazırlıkları yapacaklardı.
Ben de ertesi gün Denizli’ye hareket ettim. Cebimde Elmalı Beyi’ne hitaben bir tanıtma mektubu ile pasaportum ve İstanbul’daki elçilikten aldığım bir belge vardı. Bu belge sanırım Türk hariciye nazırından resmi bir mektuptu ve yolculuğum sırasında Sultan’m tüm kullarının bana yardımcı olmaları isteğini içeriyordu. Tren Denizli’ye vardığında hava kararmıştı. Burada Manoli ve Antonio’yu çifte at koşulu bir arabayla beni bekler buldum. Hemen arabaya atlayıp bîr Rum’un işlettiği küçük bir otele vardık. Otelci güzel bir akşam yemeği ve rahat bir yatak hazırlamıştı. Ertesi sabah erkenden yola çıkabilmek için yardımcılarım gereken her şeyi yapmışlar, bizi Elmalı’ya götürmek üzere iki adam ve beş de at kiralamışlardı. Atlardan ikisine Antonio ile ben binecektim, diğer üçü ise eşyaları taşıyacaktı. Hayvanların yükleri oldukça ağır göründü gözüme, oysa bunlar çoğu kez Manoli ile sahiplerini de eşyaların tepesinde taşıdılar.
11 Eylül Sah sabahı gün ışımadan hayvanları yükledik ve beş buçukta Denizli’den yola çıktık. Atların su içmesi için iki kısa mola verdik, ancak taşıdıkları yükler öğleyin saat yarıma kadar indirilmedi. Her ülkenin kendi adetleri var. Bu iki kısa mola sırasında Güney Afrika’da yapıldığı gibi ben atımın eyerini hemen çözüp indirdim. Atın sahibi olan Türk ise eyeri anında tekrardan vurdu hayvana. Şaşırmıştım. Rehberim kendisine neden böyle yaptığını sorduğunda, eyer birkaç dakikalık süre için indirilirse hayvanların üşütebileceğinİ söyledi.
Sabah yolculuğu keyifliydi. Sıcak iyice çökmeden tepelerin arasında uzanan bir geçide girdik. Serin bir esinti vardı burada. Sabahın ilk saatlerinde atların önünde yürüyerek yol aldık ve iki buçuk saatte kayalık bir tepenin altında akan güzel bir su kaynağına ulaştık. Burası Sultan Kaynağı adıyla bilinirmiş. Yolun kenarında bir nöbetçi kulübesine rastladık. İçinde bir Türk askeri vardı. Bize çok iyi davrandı ve Türk kahvesi ikram etti. İzlediğimiz yol sanırım Muhammet öncesi dönemlerden kalma eski bir kervan yoluydu. Bir-iki metre enindeki yüzeyinin bir zamanlar taşla kaplı olduğu ve
tepelerin arasında uzanıp gittiği anlaşılıyordu. Taş işçiliğinin çok daha kaba olmasına rağmen insana Pompei’deki sokakları anımsatıyordu. Bu tarihi yol yer yer, yirmi-otuz metrelik bölümler halinde, hâlâ iyi durumdaydı. Buna rağmen büyük kısmı muhtemelen iki bin yılı aşan bir süre boyunca yağmurun, güneşin ve karın etkisiyle tamamen yok olup gitmişti. Bütün sabah boyunca atlardan, develerden ve merkeplerden oluşan kervanların sürekli olarak yanından geçip durduk. Hepsi de çeşitli ticari mallarla yüklüydü. Yavaş adımlarla yol alan ağırbaşlı develer kafalarından ve kuyruklarından birbirlerine bağlıydı. Baştaki ve sondaki develere çanlar asılmıştı. Kervana her zaman önde giden sevimli bir merkep öncülük ediyordu, üstünde de kırmızı fesli, mavi ceketli ve beyaz şalvarlı bir Türk. Adamın giysileri bu garip görüntüye gerekli olan pitoresk bir renk katmıştı. Öğlen civarı geçidin zirvesini aşarak öte yüzünde uzanan geniş ovaya inmeye başladık. Nihayet içinde berrak ve soğuk su bulunan bir kuyunun yanındaki ağacın gölgesinde hayvanların eyerlerini çözdük.
Burada ikinci bir nöbetçi kulübesi daha vardı, içinde de tek başına bekleyen güleryüzlü bir Türk askeri. Adet olduğu üzere bana koyu bir Türk kahvesi ikram etti. Biz gölgelikte dinlenirken Denizli’ye gitmekte olan kalabalık bir kervan gelip yanımızda mola verdi. Tekerlekleri yekpare tahtadan yapılmış, çift manda koşulu ilkel bir arabayı2 kuyunun başına getirdiler. Sürücü, mandalara yalnızca su vermekle kalmadı, üzerlerine de bol bol su boşalttı. Sıcaktan bunalmış toz içindeki hayvanların pek hoşuna gitmişti bu. Atlarımıza eyer vurmadan önce kervandaki Türkler ibadete başladılar. Herbiri ayakkabısını çıkartıp önüne bir halı serdi. Bu halının üzerinde diz çökerek alınlarını defalarca yere değdiriyorlardı.
2 Yazar kağnıyı kastediyor, (ç.n.)
Oldukça zaman alan bir işti bu ve sanırım Müslümanların bunu günde beş ya da yedi kez takrarlaması gerekiyordu. İslam dini, işi başından aşkın bir Batı AvrupalI için pek elverişli sayılmazdı. Saat ikiyi geçerken tekrar yola düştük ve sıcaktan kaynayan ovada sıkı bir yürüyüşten sonra dört buçuk civarında bir köye varıp mola verdik. Buradan üzüm satın aldım. Taneleri küçük olmasına rağmen tadı nefisti; sıcak ve tozlu bir yolculuktan sonra pek iyi geldi. Ağaçsız çıplak ovadaki sıcaklık korkunçtu. Sanırım böylesini Afrika içlerinde bile yaşamamıştım. Akşamüstü pek hızlı olmayan bir tempo ile iki saat daha yol aldık ve hava kararmadan önce, altı buçukta Acıbadem kasabasına ulaştık. Böylece yaklaşık on saatlik bir yolculuğun sonunda elli üç kilometre katetmiş olduk. Altimetre deniz seviyesinden dokuz yüz, Denizli’den ise beş yüz seksen metre yüksekte olduğumuzu gösteriyordu. Aştığımız arazi iyi bildiğim Matabeleland ya da Mashonaland’dan daha çıplak ve kavruktu. Bu gezi süresince hava aşırı
sıcaklığını korudu. Yöre insanları koyu tenliydi, Cape Town Malayla- rından daha esmerdiler. Oysa çoğunda koyu güneş yanığı tenin altında güzel ve sıhhatli bir görüntü vardı. Aralarında kumral saçlı ve açık renk gözlü olanlara sık sık rastlamak mümkündü.
Sonuçta çoğunun kuşaklar boyu aşırı güneşin yarattığı koyu kahverengi yanık tenin altında yaşamış açık tenli bir ırkın çocukları olduğu göze çarpıyordu.
Bütün gün at sırtında ve yaya olarak yaptığım yolculuktan sonra Acıbadem’deki bir Türk “han’Tnda ya da konuk evinde pek tatsız bir gece geçirdim. Her şeyden önce, yiyecek hiçbir şey bulamadık. Beraberimde getirdiğim pirinci pişirdim ve çay yaptım. Sonra bomboş bir odada kendi battaniyemi eğri büğrü döşeme tahtaları üzerine sererek yatıp uyumaya çalıştım, ama boşuna. Bütün gece böceklerin saldırısıyla uğraşıp durdum. Beni sürekli olarak rahatsız ettiler. Gün ışımaya başlayıp da onlardan kurtulduğum zaman çok mutlu hissettim kendimi. Geceyi geçirdiğim odadan evin içindeki taş avluya çıkınca tahmin edilemeyecek kadar kötü bir kokuyla karşılaştım. Bu koku yatak odalarının altında tuvalet olarak kullanılan lağım çukurlarından geliyordu. O sıralarda Küçük Asya’nın bazı yerlerinde süregelen kolera salgınından Acıbadem’in nasıl olup da kurtulduğunu anlayamadım. Herhalde bu koku kolera ya da tifüs mikroplarına bile çok kötü gelmiş olmalıydı. Bana garip gelen, buradaki halkın kokuyu önemsememesiydi. Bu pis kasabadan uzaklaşınca yeniden temiz havaya kavuştuğum için gerçekten mutluydum. Oldukça geç çıktık yola. Belgelerimin iadesini beklemek yüzünden saat altıdan önce hareket edemedik. Akşam buraya gelir gelmez polis şefi yanımdaki belgeleri kasabanın kaymakamına vermek üzere istemişti. Aynı akşam bir memuruyla bana son derece nazik bir haber yollayarak bunları ertesi sabah erkenden göndereceğini, ayrıca arzu edersem Elma- h’ya kadar refakatçi olarak yanıma dört asker verebileceğini bildirmişti. Yaptığı bu teklifi kabul etmedim. Manoli kırsalın güvenli olduğunu söylüyordu, bir de böyle bir refakat bazı sorunlar ve sıkıntılar yaratabilirdi. Atlar yüklenmiş olarak bir süre bekledikten sonra nihayet belgeleri aldım ve yola koyulduk. Öğlene kadar tepelerle çevrili yanık düzlüklerden geçtik. Bu hiç de ilginç yönü olmayan, tekdüze bir yolculuktu ve güneş her yeri kavuruyordu. Bir saatlik moladan sonra bir buçukta yeniden hareket ettik. Kısa sürede tepelerin arasına girdik ve burada başlayan hafif esintiyle hava biraz olsun serinledi.
Öğleden sonra çevredeki dağlardan inen derelerin suladığı çok verimli bir kırsala çıktık ve gün batarken mısır ekili küçük bir tarlaya geldik. Yaşlı bir Türkle oğlu geceyi burada, yaktıkları ateşin başında geçiriyorlardı. Onlardan atlar için yem satın alabilecektik. Bu nedenle kampımızı ateşin yakınında kurduk. Whymper-çadırımı ilk kez burada kurdum. Az sonra hava oldukça serinledi. Ortalıkta beni rahatsız edecek böcek de yoktu. Dolayısıyla son derece rahat bir gece geçirdim. Ertesi gün hiç insana rastlamadığımız tepelik bir kırsaldan geçerek daire şeklinde bir ovaya çıktık. Bu ovanın ortasında elli kadar ahşap ve kerpiç evden, daha doğrusu küçük kır evlerinden oluşan bir köy vardı. Köyün varlıklı olduğu göze çarpıyordu ve geniş bir alana yayılmıştı. Evleri elma ve kayısı bahçeleri çevreliyordu. Ortasına yerleşmiş olduğu ovanın hemen hemen tamamı ekiliydi ve civar dağlardan akan derelerle sulanıyordu. Bu dağlardan bazılarının yüksekliği tahminime göre iki bin metrenin üzerinde olmalıydı. Öğleden sonra bir dağ geçidinin deniz seviyesinden bin altı yüz yetmiş beş metre yüksekteki zirvesine ulaştık. Bulutsuz gökte parlayan güneşe rağmen buranın havasında bana Mashona platosunun yüksek yerlerindeki kışı anımsatan tatlı ve keyifli bir serinlik vardı. Etrafımız sıra dağlarla çevriliydi. Daha önce bu kadar sert ve ıssız bir görüntüyle karşılaştığımı sanmıyorum. Göz alabildiğince uzanan bu gri renkli ürpertici kayalıkta ne bir ağaç, ne bir çalı kümesi ne de bitki görünüyordu. Durduğumuz yerde bile bir tutam yeşillik yoktu denebilir. Ancak taşların arasında keçilerin hoşuna gidecek pek çok küçük diken göze çarpıyordu.
Geçidin öte yanında ise gözlerimizin önüne Akdağ silsilesinin güzel görüntüsü sergilendi. Dağın zirveleri ve kubbeleş- miş tepeleri üç bin metrenin üzerinde olduğundan, kışın karlarla örtüldüğü zaman bu silsile pek görkemli olmalıydı. Ancak şu sıra üzerlerinde kardan eser yoktu ve geçtiğimiz yerler gibi çorak ve kavruktu. Hiçbir yerinde ne ağaç, ne çalı ne de bitki emaresi vardı. Tabii bu genel görüntü aldatıyordu insanı. Bana her türlü bitkiden yoksunmuş gibi görünen bu dağların alçak yamaçlarındaki bazı yerlerde hatırı sayılır çam ormanları olduğuna inanıyordum. Daha önce de sözünü ettiğim gibi, kır- s .İm ürkütücü ve kısır görüntüsüne rağmen, keçiler taşlar arasında yetişen dikenli bitkilerle oldukça iyi besleniyordu. İri keçilerden oluşan birkaç sürünün yanından geçtik. Hayvanların hepsi de gayet iyi durumda görünüyordu. Başlarındaki yabani bakışlı, üstü başı pılı pırtı Yürük çobanlar ise sağlam bir ırktan geliyor olmalıydı. Göçebeydi bu insanlar. Direkler üzerine gerili deve tüyünden yapılmış çadırlarda yaşıyorlardı. Dayanıksız görünüşlü deve tüyü dokumanın aslında güçlü olduğunu ve su geçirmediğini söylediler. Bir ailenin çadırı yakınında biçilmiş bir buğday ya da arpa tarlası vardı. Fakat toprak öyle verimsizdi ve küçük taşlarla doluydu ki, burada herhangi bir şeyin yetişmesi mucize gibi geldi bana. Yabani görüntülerine ve uygar yaşamın nimetlerinden uzak olmalarına rağmen, bu dağ çobanları vakur ve ağırbaşlı kimselerdi. Davranışları saygılıydı ve bize bu yabani ortam içinde en iyisini sunmaktan geri kalmadılar; örneğin keçi sütünden yapılmış ayran. Öğleden sonra geçidin diğer yanındaki ovaya inerken Küçük Asya’ya özgü ufak sığırlara rastladık. Bunlar bana Mashonaland’da ve Zambesi’nin kuzeyindeki yerli sığırları anımsattı. Ancak Afrika’da yetişen sığır her ikisinden de daha güzeldi fakat az daha küçüktü.
Akşamüstüne doğru dik bir yamacın eteğinde küçük bir köye ulaştık. Güneş batmak üzereydi. Kampımızı burada kurmaya karar verdik. Bu isteğimiz köyün muhtarına iletildi. Muhtar bunun üzerine bizi köylülerle birlikte evinin hemen arkasındaki küçük bir tarlaya getirdi. Tarlanın kıyısında güçlü bir dere akıyordu. Çadırımı büyük bir ağacın altında kurdum. Herhalde daha önce kamp kuran Avrupalı bir gezgin görmemiş olduklarından bir düzine kadar gönüllü de bana yardım etti. Beyaz adamların ilk kez geldiği bir Afrika köyündeki yerlilerde sık rastladığım merak duygusu bunlarda da vardı. Oysa Türk dağlıları, yani Yürükler, karşılaştığım Afrika köylülerinden çok daha konukseverdi. Bana her zaman bir şeyler taşıyıp durdular, yumurta, peynir ve süt getirdiler.
14 Eylül Cuma günü yirmibeş kilometrelik bir yürüyüşten sonra Elmalı’ya ulaştık. Kasabanın Beyi’ne ya da kaymakamına hitaben yazılı mektubu yanıma alarak doğruca evine gitdm. Burası kasabanın merkezinde iki katlı ahşap bir bina idi. Kendisini evde bulamadık hatta başka hiçkimse de yoktu. Bizi Bey’in evine götüren köylü atların yükünü indirmemizi, bu arada onu bulmaya çalışacağını söyledi. Biz dediğini yaparken Bey de çıkageldi. Antonio ona benim bir İngiliz olduğumu ve Elmalı çevresindeki dağlarda yabankeçisi avlamak istediğimi anlattı. Bey bizi evinin ikinci katma çıkardı ve bana ahşap döşemeli boş bir oda verdi (odanın iki geniş penceresinden kasabanın güzel görüntüleri sergileniyordu). Az sonra önüme haşlanmış tavuk, pilav ve etli domates dolmasından oluşan nefis bir Türk sofrası getirdiler. Elmalı Beyi her yönden son derece yardımsever ve uygar bir kişiydi. Yola devam etmeden önce yeni atlara ihtiyacımız vardı. Denizli’den getirdiğimiz hayvanlar için bizi yalnızca Elmalı’ya kadar götürmek üzere anlaşmıştık. Hiç vakit kaybetmeden yola çıkmak istediğimi söylediğim zaman Bey at bulmak üzere derhal bir adamını görevlendirdi. Ancak ertesi günden önce hareket etmemizin mümkün olamayacağını da ekledi.
Yabankeçisini en iyi nerede avlayabileceğimi sorduğumda ne Manoli’nin baharda yabankeçisi gördüğü yerleri ne de ElmalI’yı çevreleyen dağları önerdi. Aslında bu dağların hepsinde yabankeçisi varmış ancak çok değilmiş. Yılın bu mevsiminde ehli keçi sürülerini her yerde otlatan Yürük çobanların onları rahatsız etmesi yüzünden bulmak oldukça zormuş. Yabanke- çilerinin bol olduğunu bildiği yer Musa Dağı ve yakınındaki dağlarmış. Bu yöre sahile yakın olup Elmah’nm güneydoğusuna düşüyor ve dört günlük bir yolculuk gerektiriyormuş. Buraya gitmek istediğim takdirde bana o yöredeki bir köyün muhtarına mektup vereceğini ve yanıma refakat için bir de asker katacağını bildirdi. Bu teklifini hiç itirazsız kabul ettiğimi, atlar hazır olunca da Musa Dağı’na hareket edeceğimi söyledim. Bunun üzerine bana, Elmalı’dan otuz kilometre kadar uzakta yolumuz üstündeki bir köyde yaşayan Ahmet adında birine, deneyimli bir yabankeçisi avcısına hitaben bir mektup daha vereceğini ekledi. İstediğim takdirde orada birkaç gün kalabilirmişim, zira bu köyün civarındaki dağlarda yabankeçisi bulunuyormuş. Ahmet bunların olduğu yerleri ve alışkanlıklarını gayet iyi bilirmiş. Bey bu kamaşmanın ardından bana birkaç adet yaşlı yabankeçisi postu gösterdi. Beyaza çalan sarı renkli bu postların omuzlarındaki geniş siyah şeritler dikkat çekiyordu. Bunların tümünün de Musa Dağı’ndan geldiğini ve namaz seccadesi olarak kullandığını ve bu nedenle yaşlı teke postlarının Küçük Asya Türkleri arasında oldukça pahalıya satıldığını söyledi. Elinde bana gösterecek hiç boynuz yokmuş ama uzunluklarını bir sopa üzerinde eliyle karışlayarak hesapladı. Bu ölçüm yüz yirmi santim geldi. Çok uzun ve olamaz bir ölçü değildi bu. Ne Bey’den ne de yardımcılarından kızıl geyik ve yağmurca geyiği hakkında hiç bilgi alamadım. Dolayısıyla bu hayvanların Elmalı dolaylarında bulunduklarını sanmıyorum. Ancak kasabaya çok yakın yerlerde yabandomuzu olduğunu da anlattıklarına ekledi.
Uzunca bir sohbetten sonra kibar ev sahibimiz askerin ve atların ertesi sabah erkenden hazır olacağını bildirdi ve biraz dinlenmek için yanımızdan ayrıldı. Hava hâlâ çok sıcak olduğundan sanırım öğleden sonra biraz kestirmek istiyordu. Akşamüstü Antonio ve Manoli ile kasabada şöyle bir tur attık. Burası henüz hiçbir yönden Avrupalılaşmadığı için pek çok ilginç yer vardı.
Elmalı dik bir yamacın eteğinde kurulmuştu. Çorak, ağaçsız ve kayalık dağlarla çevriliydi, ama sudan yana hiçbir sorunu yoktu. Tepelerden inen büyük bir çay kasabanın ortasından geçerek aşağıdaki ovaya bol su taşıyordu. Evlerin arasındaki bahçelerde o kadar çok meyve ağacı vardı ki, Elmalı uzaktan tam anlamıyla çöl ortasında bir vahayı andırıyordu. Sokakları dik ve dardı. Büyük taşlarla kabaca döşenmişti. Hiçbir tekerlekli araca göre değildi ve tahminime göre kasabada tek binek arabası da yoktu. Her türlü eşya develer ve merkeplerle taşmıyordu. Bunlarla her yerde karşılaşıyorduk. Evler ise -taştan yapılmış bazıları dışında- pişmemiş toprak tuğla ya da ahşaptı. Çoğu iki ya da üç katlıydı. Kasabada birkaç cami vardı. Aralarmda en güzel olanı taştan yapılmış görkemli binası ve zarif minaresiyle Ömer Camii idi. Akşamın geç saatlerinde sokaklarda yürürken kasabanın çarşısına geldik. Buraya dört giriş yeri vardı ve herbiri uzun zincire bağlı vahşi birer köpek tarafından korunuyordu. Şöyle ki, köpek sokağın bir yanından diğerine bu zincir boyunca hareket edebiliyor ve geçmeye yelteneni bacağından kapıyordu. Köpekler yalnızca geceleri nöbetteydi. Böy- lece bekçi masrafı da bir hayli azalıyor olmalıydı.
Ertesi sabah zamanında uyandık ve erkenden hareket edebilmek için eşyalarımızı hazırladık. Fakat atların yanlarında tek bir seyisle gelmesi zaman aldı. Sonunda konuksever ev sahibimize veda ederek yola çıktığımızda saat dokuzu geçiyordu. Hava çoktan ısınmıştı bile. Bize refakat edecek olan atlı Türk askeri önde, Elmalı sokaklarından tangır tungur geçtik. Kasabanın dışına çıktıktan sonra yol oldukça düzeldi. Bu yol ElmalI’yı Finike limanına bağlamak üzere Türk hükümeti tarafından birkaç yıl önce inşa edilmişti. Hareket ettikten az sonra bir sıra tepenin eteğinde kocaman bir mağaranın
yanından geçtik. Büyük bir akarsu bu mağaraya boşalıp içinde kayboluyordu. Tercümanım yoluyla Türk askerinden öğrendiğime göre akarsuyun adı Başgöz çayı imiş ve burada yer altına geçip yeniden gün ışığına çıkmadan kilometrelerce yol alıyormuş. Daha sonra çevresinin birkaç kilometre olduğunu tahmin ettiğim bir tatlı su gölüne vardık. Bir süre bu gölün kıyısı boyunca yol aldık. Suda binlerce su tavuğu ve türünü tanıyamadığım birkaç büyük kafalı ördek yüzüyordu.
Gölden uzaklaşınca tepelerin arasında derin bir vadiye girdik. Bu vadide bunaltıcı sıcak altında dört saat süren bir yolculuktan sonra yol kenarında bir hana geldik ve eyer çözdük. Elmalı’yı çevreleyen çıplak ve çorak dağların tam aksine ağaçlık tepelerin arasına yerleşmiş olan hanın pek güzel bir görüntüsü vardı. Burada dinlenirken yoldan geçen birkaç deve kervanıyla göçebe aileler gördük. Develer Finike limanından yüklenmiş malları taşıyordu. Göçebeler de bana bir yaz önce aşağı Tuna boylarında rastladığım çingeneleri anımsattı. Ancak bunlar çingeneler kadar esmer değildi. Kadınlarda baş örtüsü yoktu, bu nedenle Müslüman olamazlardı. Öte yandan Antonio bunların Hıristiyan olmadıklarını söyledi. Önlerinde kalabalık keçi sürüleri ile gittiklerinden, bir otlaktan diğerine göç ediyor olmalıydılar. Ev eşyalarını develere, atlara ve merkeplere yüklemişlerdi. Kadınların bir kısmı merkeplerin üstünde bağdaş kurmuştu. Gençlerin çoğu ise yürüyerek gidiyor ve yüklü hayvanlara yardım ediyordu. Tavuklar, hindiler, çocuklar ve bebekler yüklerin arasında oraya buraya gelişigüzel serpiştirilmişti. Ingiltere’de Lord Mayobun gösterisi onlara ne kadar şaşırtıcı gelirse, yabani görünüşlü bu göçebelerin geçit resmi de bana o kadar ilginç geldi.
Öğleden sonra ahşap evlerden oluşan küçük bir Türk köyüne, Başgöz’e geldik. Köy dik bir vadinin eteğine yerleşmişti, pek gözalıcıydı konumu. Vadinin her iki yanında yükseklikleri bin beş yüz-iki bin metreye ulaşan dağlar vardı. Başgöz çayı (burada berrak ve soğuk akan küçük ve güzel bir akarsu olmuştu) çağıldayarak köyün içinden, muhtarın evinin hemen altından geçip gidiyordu. Son derece kibar ve yakışıklı bir Türk olan muhtar, Elmalı Beyi’nin mektup yazdığı avcı Ahmet’ten başkası değilmiş. Buralardaki av durumu hakkında sorduğum suallere çevre dağlarda çok “geyik” (bu isimle her türlü büyük av hayvanı kastediliyor ve Ahmet bunu yabankeçisi anlamında kullanıyordu) olduğu cevabını verdi ve onları bulmak için kendisinin de benimle geleceğini ekledi. Bunun üzerine üç günlük bir av için gerekli eşyaları toplayıp sabah erkenden yola çıkmaya hazırlandım. Ardından Ahmet vurduğu birkaç keçinin postu ile genç bir tekenin yaklaşık elli santim uzunluğundaki boynuzunu gösterdi.
Antonio ertesi sabah gün ışırken bir fincan kahve ile bisküvi getirdi. Fazla oyalanmadan köyün arkasındaki dik yamaca tırmanmaya başladım. Ahmet, Manoli ve yiyeceklerle battaniyeleri taşıyan üç Türk de benimle beraberdi. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra oldukça tatsız bir durumla karşılaştım: çıktığımız yerde bir Yürük kampı vardı ve gördüğüm her erkek sırtında tüfekle dolaşıyordu. Daha yukarlarda su bulunmadığı için yanımıza aldığımız tahta şişeleri burada doldurduk ve üç yüz metre kadar daha yükseğe çıktık. Sonra da Ahmet’le ben diğerlerinden ayrıldık. Ahmet ayrılmadan önce akşamüstü onlarla nerede buluşacağımızı kararlaştırdı. Çok ümitli yerlerden geçtik buna rağmen tek bir yabankeçisine rastlamadık ve dört sularında diğerleriyle sarp bir uçurumun kenarında tekrardan biraraya geldik. Az sonra hemen üstümüzdeki tepenin sırtında bir ehli keçi sürüsü belirdi. Yabankeçilerinin ehli keçilerle aynı dağda yaşayabildiklerini bilmeme rağmen bu görüntüden hiç memnun kalmamıştım. Zira ehli keçilerin yanındaki silahlı çobanlar yüzünden yabankeçilerinin son derece tedirgin olacağını ve ormanlardan açık alanlara çıkmayacağını düşünüyordum. Bir orman hattının kenarındaydık. Üstümüzdeki dağda ne ağaç vardı ne çalılık. Altımızda uzanan bayırlar ise sık çam ormanlarıyla örtülüydü. Aralarında oldukça büyük çamlar da vardı.
Ahmet’in anlattığına göre altımızdaki ormanlarla kaplı yamaçlarda pek çok yabankeçisi barınıyormuş. Bunları görebilmek için de en iyi zaman sabahın erken ve akşamın geç saatleriymiş. Yardımcılarından birini yanıma katarak çevreyi şöyle bir kolaçan etmemi söyledi. Aşağı doğru inerken Ahmet’ten ayrıldığımız yere döneceğimizi tahmin ediyordum, ama bir de baktım ki Ahmet diğerleriyle birlikte bizi geriden takip ediyor. Rehberimle birlikte çamların arasında dikkatle ilerliyor ve bütün yarları titizlikle gözlüyorduk. Hava, tüfeğimin arpacığını göremeyeceğim kadar kararınca durduk ve diğerlerinin yanımıza gelmesini bekledik. Geceyi burada geçirecektik, ama çok dik bir iniş üzerinde olduğumuzdan hep birarada konaklayabileceğimiz bir düzlük yoktu. Ben kendime devrilmiş bir çamın kökleri arkasında oldukça rahat bir yer buldum. Akşamüstü katettiğimiz arazi, kayalıkları ve çam ormanlarıyla kaplı vadileri seven her türden av hayvanının mükemmelen barınabileceği nitelikteydi. Ancak anladığım kadarıyla şu sırada dağda pek az yabankeçisi vardı. Yalnızca birkaç ize rastladık, bunlar da tek bir hayvana aitti ve eski izlerdi. Şu sonuca vardım ki bu dağlarda silahı omzunda birçok karnı aç Yürük dolanıyordu ve bunlar herhangi bir avın bol miktarda bulunmasına ve elde edilmesine engel oluşturuyordu. Dolayısıyla buralarda daha fazla zaman öldürmeden Başgöz’e dönüp oradan da süratle Musa Da- ğı’na gitmeye karar verdim. Elmalı Bey’i de bu mevsimde Musa Dağı’nda Yürük çobanların pek bulunmadığını özellikle belirtmişti. Gece kurt ulumaları duyduk. Türkler yabankeçilerinin bu hayvanlar yüzünden yerlerini terk etmiş olduklarını söylediler ama sanırım buradaki kurtlar yabankeçilerinden çok ehli keçilerle daha başarılı oluyorlardı.
Ertesi sabah şafak vakti çam dallarından yaptığım yatağımda doğruldum ve benimle bir gün önce gelen rehberle birlikte dağın diğer yüzünde avlanmak üzere hareket ettik. Arazi mükemmeldi. Dağın yüzeyi sayılamayacak kadar çok kayalık yarlara bölünmüştü ve bunların arasında bir hayli oyuk ve gedik vardı. Ama ne yabankeçisine rastladık ne de herhangi bir canlı hayvana ait en ufak ize. Öğlen sıralarında Ahmet ve diğerleriyle önceden kararlaştırdığımız mevkide buluştuk.
Su bulmamız gerekiyordu, ancak bu ihtiyacımızı Baş- göz’ün yakınındaki tepenin eteklerine ulaşana kadar karşılayamadık. Buraya da varışımız öğleden sonra üçü buldu.
Ertesi gün, 18 Eylül’de, öğleden sonra sıcak altında kırk kilometrelik bir yolculuktan sonra Finike limanına ulaştık. Yol bu limanda denize dökülen Başgöz çayını takip ediyordu. ElmalI’yı denize bağlayan bu yol Türk hükümeti tarafından büyük masraflarla ve yakın bir zaman önce yapılmış olmalıydı. Tahminime göre hayvan koşulu her türlü arabanın, askeri malzemenin ve topların geçebilmesi için inşa edilmişti. İlk yapıldığında herhalde tekerlekli her taşıtın kullanabileceği geniş bir yol olarak yapılmış ve mıcırla kaplanmıştı. Ancak tamamlandıktan sonra kaderine terk edilerek herhangi bir bakım ve tamir yüzü görmemiş olmalıydı. Zira şimdi yalnızca deve ile nakliyeye uygundu. Dağlardan inen akarsuların taşması sonucu öyle harap durumdaydı ki, üzerinden tekerlekli bir aracın geçmesi mümkün değildi. Bir yerinde, aslında su kanalı olarak yapılmış bir ark, yolun ortasında selin açtığı üç metre derinliğinde ve iki metre eninde bir çukura dönüşmüştü. Bir başka yerde ise bir yıl kadar önce devrilmiş büyük bir çam ağacı olduğu gibi bırakılmıştı. Bunlarla karşılaşan deve kervanlarının izleri engellerin etrafından dolanarak gidiyordu. Bir zamanlar sağlam yapılı olan bu yol, Kafirlerin3 zikzak’görüntülü patikalarına dönmüştü.
Başgöz ile Finike limanı arasında kayalara oyulu ilginç mezarlar ve mabetler gördük. Tahminime göre bunlar Yunan uygarlığının ilk dönemlerine aitti. Finike limanına vardığımda Musa Dağı’na karayolu yerine denizden daha kolay varabileceğimi öğrenince benimle gelenleri ve yük atlarını Elmalı’ya geri göndermeye karar verdim. Öte yandan beni gideceğim yere götürecek bir tekne bulmaya çalıştım. Bu iş zor olmadı. Az sonra beni ve eşyalarımı Musa Dağı yakınlarında Adrasan’a götürecek bir Rum balıkçı teknesi kiraladım. Ben bir hafta dağda iken tekne orada bekleyecek ve beni 29 Eylül Cumartesi gecesi Finike limanına uğrayacağını öğrendiğim İzmir gemisine yetiştirecekti. Bunun için 20 dolara anlaştık (İngiliz parasıyla 3 sterlin 6 şilin 8 pens). İşleri yoluna koyduktan sonra aynı akşam tekneye bindim ve geceyarısına doğru hareket ettik.
Gün ağarırken her yer ölü gibi sessizdi. Çok yavaş yol alıyorduk, fakat yüksek bir burnu döner dönmez rüzgâr tazelendi. Kısa zamanda öyle kuvvetle esmeye başladı ki, küçük tek- 3 Güney Afrika’da beyazların zenciler için kullandıkları argo deyim, (ç.n.)
nemizin kaptanı bir türlü karadan uzaklaşamadı. Böylece bir süre kayalık dağ sırtlarının altına sığınarak çalkalanıp durduk. Öğleden sonra bir kez daha açılmayı denedik ve burnu dönünce açık denize çıktık. Tekne güçlü rüzgârın etkisiyle denizi yarıyor ve öyle yan yatıyordu ki, gemiciler, Ulis’in4 yozlaşmış vatandaşları, yola devam etmek istemediler (oysa bana göre Ad- rasan’a tek bir hamlede süratle ve tehlikesizce varabilirdik). Ana yelkeni indirerek rotayı çevirdiler ve az önce terk ettiğimiz koya tekrardan sığınarak, sabahın ilk ışıklarına kadar burada kaldık. Rüzgâr hemen hemen dinmişti. Bu yüzden Adrasan’a öğleden sonra geç saatlere kadar ulaşamadık. Küçük ve güzel bir koyda demirledik. Kıyıda birkaç kişi görünce hiç vakit kaybetmeden yanıma Manoli ve Antonio’yu alarak ufak bir kayıkla sahile çıktım. Meğer gördüğümüz kimseler Elmalı Beyi’nin muhtarına mektup yazıp bana verdiği köydenmiş. Köy yakın olduğundan muhtara hemen haber gitti. Kendisiyle Musa Da- ğı’nın sarp doruklarında yabankeçisi aramak için gereken hazırlığı yapmam zor olmadı. Musa Dağı’nın bir ucu Adrasan Körfezi’nin yakınından yükseliyordu. Bana sahilden birkaç kilometre ilerdeki dağın eteğinde bulunan bir pınarın başında kamp kurmamı önerdi. Sonra da adamlarından birini bu pınarın hemen altındaki koya kamp eşyalarımızı taşıyacak yük hayvanlarıyla birlikte yolladı. Kendisi oraya bizimle beraber tekneyle gelecekti. Rüzgâr tamamen düşmüştü, kürekle gitmeye mecbur kaldık. Öğleden sonra yalnızca güney rüzgârlarına açık, diğerlerine karşı çok iyi korunan küçük bir koyda demirlediğimiz sıra saat üçü geçiyordu. İki yük atını ve iki merkebi bizi burada bekler bulduk. Hemen sahile çıktık ve kamp eşyalarımız buradan yüz elli metre kadar yüksek bir tepenin yamacındaki pınara taşındı. Kamp kuruladursun, muhtar hemen üstümüzde yükselen keçi arazisinde şöyle bir dolaşmayı teklif etti. Bana yabankeçilerinin yalnızca bu pınardan değil -Musa Da- ğı’nda bulunan tek suydu- ayrıca doğrudan sahile inip deniz suyunu da içtiklerini söyledi.
Akşamüstü geç saatlerde dağın bir yüzündeki kocaman çökestediyor. (ç.n.)
küntüye hakim bir yere çıktık. Arazi bu çöküntünün içinde birçok yarlara bölünmüştü. Yarların yüzeylerindeki ağaçlar arasından dağa destek veriyormuş gibi görünen kayalar yükseliyordu. Yaşlı muhtar bana oturmamı işaret etti, kendisi de yanıma çöktü ve ellerini gözüne siper ederek üstümüzdeki engebeli araziyi dikkatle taramaya başladı. Birdenbire “geyik” (yaban- keçileri) diyerek heyecanla yukarıyı işaret etti. Gözlerim avı süratle yakalamaya alışık olmasına rağmen, bir süre göremedim onları. Sonra küçük kırmızımsı bir cismin üstümüzdeki kayaların arasında hareket ettiğini fark ettim. Ardından iki ve üç oldular. Dürbünümle bakınca altı tane saydım. Hepsi de küçük boynuzlu dişilerdi. Onları dürbünle izlerken güzel bir teke çıkıverdi ortaya. En öndeki dişinin biraz ilerisindeydi. Dar bir yarıktan atlayarak bir kaya çıkıntısının tepesinde durdu. Olduğu gibi görünüyordu. Rengi dişilerden daha koyu idi ama yine de kızıla çalan yazlık postu vardı üstünde. Boynuzlarını oldukça iyi fark edebiliyordum. Gördüğüm ilk yabankeçisi olduğundan bunlar bana çok büyük gelmişti. Oysa şimdi boynuzların yetmiş beş santime ulaştığından bile şüpheliyim. Rüzgâr av izlemek için hiç de uygun değildi, altımızdan doğru dağ yönünde kısa aralıklarla esiyordu. Geniş bir daire çizip onlara üstlerinden sokulmaya çalışmak için de vakit çok geçti. Keçilere dokunmayıp şansımı sabaha bırakmak niyetindeydim. Ancak muhtar el işaretleriyle bir şeyler söylemek istedi. Bunlardan çıkarabildiğim kadar göz önündeki bir kuşun çalıdaki iki kuştan daha değerli olduğunu anlatmak istiyor, hemen atmam için İsrar ediyordu. Ben de dediğini yaptım. Dişilerden üçüne iki yüz elli metre kadar sokuldum, fakat teke görünürlerde yoktu. O sırada ardımdam bir rüzgâr esti ve yabankeçileri göz açıp kapayana kadar kaçıp gittiler. Teke ise hiç görünmedi. “Tüm keçilerin babasıyla” bu ilk karşılaşmam böylece başarısız sonuçlandı.
4 İlk Yunan ozanı Homefin Odysseia adlı destanının kahramanı. Yazar burada Rum balıkçıları
Ertesi sabah saat beşte, yanımda Mahmut adında genç bir Türk’le kamptan ayırıldım. Yaşlı muhtar Mahmut için keçilerin yerlerini ve huylarını iyi bildiğini söylemişti. Delikanlı yanma küçük tahta bir su kabıyla biraz kuru incir ve ekmek aldı. Ben de tüfeğimi ve mermileri yüklendim. Çok yorucu bir gün geçirdik dağda ve akşam ancak yediye doğru kampa dönebildik. Sabahın erken saatlerinde bir dişiyle yavrusuna rastlamıştık, ancak atış mesafesi yakın olmasına rağmen bunlara silah doğrult- mamıştım. Az sonra, dağın tepesine yakın bir yarın üstünde, ufuk hattında, altı keçi daha gördük. Genç bir teke dışında hepsi dişiydi. Tekenin boynuzları önceki akşam gördüğüm teke- ninkinden çok daha ufaktı. Buradan sonra bir hayli yer dolaştıksa da hiç ava rastlamadık. En sonunda dağın zirvesine yakın bir mevkide, bir yardan aşağı bakınca, altımızdaki düzlükte yatan üç keçi gördük: genç bir teke, bir dişi ve bir de yavru. Araziyi iyice gözden geçirdikten sonra Mahmut’u bırakıp belirlediğim bir noktaya yollandım. Oraya varabildiğim takdirde teke- ye yaklaşık yüz metreden atabilecektim. Ancak oldukça yakınlaşmama rağmen tam istediğim yere ulaşamadım. Yine de avıma yüz metre içindeydim, ama aramızdaki bir kaya çıkıntısı yüzünden tekeyi göremiyordum. Bu kayanın üstüne çıkmam mümkün değildi. Dolayısıyla geldiğim yolu gerisin geriye izleyerek keçilerin tam üstündeki eğimli bir kaya kütlesine ulaştım. Burası dik fakat tehlikeli şekilde sarp değildi. Üzerinde birçok çıkıntı ve engebeler olduğundan, bir de ayakkabılarımı çıkardığım için tırmanmak kolay olmuştu. Keçilerle aramdaki uzaklığı yüz yetmiş metre tahmin ettim. Daha yakma sokulma şansım olmadığından bulunduğum yerden atmayı denemek istedim. Yalnızca tekeyi görebiliyordum, dişi ile yavrusu otların içinde gömülüydü. Teke herhangi bir tehlike sezmediği için ve esinti olmadığından, acele etmeye gerek yoktu. Hemen altımda uzanan bir kaya çıkıntısının üzerindeki ağaca inmek istedim. Silahımı gövdesine yaslayıp destekli atış yapabilirdim. Tam silahı altımdaki taşlara doğru uzatıp inmeye başlamıştım ki, genç teke birden dört ayağı üstünde dikiliverdi. Yıldırım hızıyla fırladı ve altındaki kayalarla çalıların arasında yok oldu. Ya bir ses duymuştu ya da hafif bir esinti burnuna yukarılardan bir Türk’ün ya da Hıristiyan’ın kokusunu getirmişti. Teke durup da tepesindeki bu insanların ne yaptığına bakmaya gerek duymamıştı bile. Evet, avcılık şansı bu – bir gün avdan yanadır bir başka gün de avcıdan yana. Şanslı bir atışla vurabileceğim avın büyük boynuzlu bir kafa olmadığını bilmeme rağmen başarısızlığım yine de düş kırıcıydı. Vurabilseydim sevimli bir trofe olarak kalacaktı. Öte yandan yepyeni bir ülkede seni tanımayan insanlar arasında başarısız olmak, sonunda şansın dengelenebileceğini bilen kimselerle yabancısı olmadığın bir yörede avlanmaktan çok daha rahatsız edicidir. Zira ava ilk gittiğin yerde başlangıçta başarılı olamazsan, yanındakiler sana beceriksiz damgası vurup senin için av bulmak hevesini kaybedebilirler. Her neyse, günün geri kalan kısmında yarlara dik yukarı tırmanıp dik aşağı inerek, oyuklarda, yamaçlarda keçi aradık durduk. Hiçbir şey göremedik, ta ki dönüş yolunda günbatı- mından bir saat öncesine kadar. Dağın çok aşağı kısımlarındaki kayalıklarda sanki kuşku içindeymiş gibi giden sekiz dişi ve yavruya rastladık. Bizden dört yüz metre kadar uzaktılar. Onları dürbünümle iyice seyrettim, aralarında teke yoktu. Kampa geldiğimizde hava oldukça kararmıştı. Çok yorgun olmanın yanı sıra bir de dehşetli susamıştım. Çıplak kireç kayalıkları aşırı sıcaktı ve suyu Mahmut’la aramızda son derece idareli kullanmıştık. Fakat kaynağın serin sularında banyo yapıp bir çaydanlık dolusu çayı içince kendimi yeniden iyi hissettim.
Ertesi sabah saat dörtte ayaktaydım. Kampı şafaktan bir saat önce terk ettik. Gök gürültülü ve yağmur yüklü bir fırtına yaklaşıyordu. Deniz tarafına kayar diye ümit ediyordum. Fakat siyah bulutlar yaklaştı, yaklaştı ve fırtına korkunç gök gürlemeleri, şimşekler ve sel gibi boşanan bir yağmurla tepemizde patladı. Yine bir gün önce benimle gelen genç Türk’le, Mahmut’la beraberdik. Bir çalılığın altında oturup yağmurun duracağı ümidiyle iki saat bekledik. Ancak buna ait hiçbir emare yoktu ortada. Biz de üstümüzü başımızı kurutmak için kampa döndük.
Kampa henüz varmıştık ki yağmur dindi. Bunu görünce kısa bir aradan sonra yeniden dağa tırmandık. Tepeye vardığımızda sırtın keskin bir bıçağın ağzına benzediğini, arka yüzünün de denize bakan diğer yüzü gibi sarp olduğunu gördük. Bütün yamaçları yabankeçisi ümidiyle dürbünleyerek birkaç saat daha tırmandık fakat hiçbir şeye rastlamadık. Ardından dağın bize yakın olan tarafına döndük ve öğleden sonra geç saatlerde bir kayanın üstünden bakarken yaklaşık yüz metre uzakta bir dişi yabankeçisi gördüm. Yanında başka keçiler yok
tu. Et istiyordum ve başka bir ava atış şansım olacağını pek sanmadığım için ateş ettim. Hayvan omzundan vurulmuştu, o an can verdi. Silah sesi diğer bir dişiyle yavrusunu çıkarıverdi ortaya, hemen fırlayıp kaçtılar. Vurduğum hayvan çok yaşlı bir dişiydi. Musa Dağı’nda yaptığım avcılığın en azından bir anısı olarak kafayı saklamaya karar verdim. Keçiyi parçalayana kadar beşi bulduk. Etleri aşağı indirirken oldukça zorlandık. Hava büsbütün kararmadan son yamacı da aşmayı başarıp sonunda yedi buçuk civarında kampa vardık. Kötü bir trofe olan dişi bir keçi vurmuştum. Buna rağmen kamptakiler için keçi keçiydi. Onlara her ne olursa olsun taze et getirmiş olmam beni beklentilerinde yüceltmişti.
Ertesi gün pazar olduğu için kampta kaldım, kafayı yüzdüm ve hazırladım. Zavallı bir trofeydi, buna rağmen elde edebileceğim tek keçi kafası olarak da kalabilirdi. Öğleden sonra rüzgârın uygun olması nedeniyle tekneye binip sahil boyu giderek Cineviz Limanı denen, açık denize karşı iyi korunmuş bir büke vardık. İnanılmaz güzellikte bir yerdi burası. Kireç kayalarından oluşan yalçın dağlar denizden dimdik yükselerek Tahtalı adındaki mağrur bir zirvede toplanmıştı. Uçurumların dibinde denizin rengi koyu maviydi, bu da suyun derin olduğuna işaret ediyordu. Denize sarkan bu dağlara genelde gri ve çıplak kayalık bir kütle görüntüsü hakimdi. Orasında burasında noktalar halinde serpiştirilmiş koyu renkli köknar ağaçları göze çarpıyor fakat daha dikkatle incelendiğinde dik yamaçların yan yüzeylerinin sık ormanlar, bodur ağaçlar ve çalılarla kaplı olduğu görülüyordu. Küçük teknemizi kullanan Rum balıkçılar su almak ya da sığınmak için buraya geldiklerinde üstlerindeki kayalık uçurumlarda yabankeçisi gördüklerini söylediler. Bunun doğru olduğundan hiç kuşkum yoktu, zira bu ürkek hayvanlar için burası insan olmayan yabani sahil şeridinden daha uygun bir yerdi. Akşamüstü Mahmut’la birlikte ümitli olabileceğini tahmin ettiğim bazı yamaçlara tırmandık. Oldukça taze izler görmemize rağmen tek bir yabankeçisiyle karşılaşmadık ve akşam çökerken sahile dönüp geceyi teknede geçirdik.
24 Eylül Pazartesi günü ben Mahmut’la birlikte bükün hemen üstündeki yamaca tırmanırken teknemiz de Musa Da- ğı’nın gölgesinde ilk demir attığı koya doğru yelken açtı. Bir süre tırmandıktan sonra yönümüzü batıya çevirip kampımızla Cineviz Limanı arasındaki engebeli yamaçta ilerledik. Hava aşırı sıcaktı. Güneş, tek bulut olmayan gökten, üzerinde dikkatle yürümeye çalıştığımız çıplak kireç kayalarına öyle acımasız bir şiddetle vuruyordu ki, az sonra ben de çevrem gibi kuruyup yanmaya başladım. Buralarını kısa süre önce terk ettiğim Doğu Rodezya’nın sulak av sahalarıyla kıyaslamaktan kendimi alamıyordum. Nihayet öğlen saatlerinde altımızdaki dik yamaçta dört tane dişi keçi gördük. Tekeden ümidi kestiğim için ve taze et temin edebilmek gayesiyle, tam altımdaki bir kayanın tepesinde durana atmaya karar verdim. Benden yaklaşık yüz elli metre kadar uzaktı ve hiç kımıldamadan bekliyordu. Hayvanı güzelce ıskaladım. Mermi ayaklarının altındaki kayaya vurup yankılandı. Nereden ateş edildiğini anlamamış olmalı ki, yabankeçilerinin genelde yaptığı gibi tepe aşağı koşmadı -bunu yapsaydı kendini güvence altına almış olacaktı- bana doğru tırmanmaya başladı. Tüfeğime süratle bir mermi daha sürerek seksen metre kadar önümden geçerken ikinci bir atış yaptım. Vurulduğuna dair hiçbir belirti göstermeden fundalıklardan geçip bir kayanın ardında kayboldu. Bu noktaya varınca önümdeki kayaların arasında uzayıp giden öyle koyu renkli bir kan şeridiyle karşılaştım ki, merminin hayvanın gırtlağına isabet ettiğini ve onu az ötede can vermiş bulacağımı sandım. Halbuki bu kadar çok kan kaybına rağmen küçük fakat dayanıklı hayvan bizi uzun bir takibe zorlayarak ortadan yok oldu. Oysa aldığını sandığım ciddi yara ile kurtulacağına hiç ihtimal vermiyordum. Çok zor bir arazide bir süre daha peşinden gittik ve birden önümüzdeki makilerin içinde, ufak bir dere yatağında onunla karşılaştık. Aramız on metre yoktu, pusmuş yatıyordu. Bana atış fırsatı vermeden dere yatağını siper alarak kaçtı. Buraya kadar bıraktığı izden gitmek çok kolay olmuştu, fakat buradan öte yerde çok az kan vardı. İzleri bir süre ağır ağır dikkatle takip ettikten sonra onları da fundalar arasında kaybettik ve aramayı bıraktık. Akşam kampa geç vakitte döndük; ölü gibi yorgun ve susuzluktan kavrulmuş olarak.
Gece Adrasan’m yaşlı muhtarıyla uzun uzun konuştuk. Kendisinden, sahilin batısında, birkaç kilometre ötede yabankeçilerinin yılın bu mevsiminde uğrağı olan bir dağ olduğunu öğrenince kampımı Markos adındaki bu yöreye taşımaya karar verdim. Musa Dağı’nda bir hayli dişi ve yavru olmasına karşın büyük tekeler oldukça azdı. Onlara bu yeni yörede belki daha çok rastlayabilecektim. Her neyse, 29 Eylül’de İzmir’e hareket edecek olan gemi nedeniyle yabankeçisi avına ayırdığım sürenin sonuna hızla yaklaşmakta olduğumdan bu fırsatı denemek istedim. Böylece ertesi sabah eşyaları tekneye yükledim. Rüzgâr uygundu ve yola koyulduk. İki Rum yardımcım, yaşlı muhtar ve Mahmut da yanımdaydı. Saat bir sularında Markos’a vardık. Yabankeçisi bulmayı ümit ettiğimiz dağ, Cineviz Limanı’ndaki gibi, denizden hemen dimdik yükseldiği için sahile çıkar çıkmaz Mahmut’u yanıma alıp oldukça yukarlara tırmandım ve tekneye ancak hava karardıktan bir saat sonra dönebildim. Yalnızca öğleden sonra iki küçük keçi gördük, ya dişiydiler ya da çok genç teke. Atmaya değmediği için peşlerinden gitmedim.
26 Eylül Çarşamba sabahı gün ışıyınca Mahmut, Antonio, Manoli ve Adrasan muhtarıyla birlikte yola düştük. Sahilden yüz elli metre kadar yüksekte, dağın yamacındaki bir pınarın yanında kamp kurmak için gerekli birkaç eşyayı da yanımıza almıştık. Suya varınca ben Mahmut’la tırmanmaya devam ettim. Diğerleri yüklerle pınarın başında kaldılar. Uzun bir gün geçirdik. Dağı aşarak diğer yüzündeki ümitli yamaçları aradık ve tekneden ayrıldıktan on dört saat sonra, ancak yedi buçukta kampa varabildik. Hiç esinti olmadığından güneş feci şekilde kavuruyordu etrafı, özellikle sabahları. Çıplak kayalara vuran kızgın güneş Afrika’da yaşadığım sıcaklıkla aynıydı. O gün de, daha önce Musa Dağı’ndaki gibi, susuzluktan çok çektik. Kaynakların çevresindeki pınarlar dışında Küçük Asya’nın bu kısımları tamamen susuz. Ben tüfeğimi taşıdım, Mahmut da küçük bir tahta şişe suyu, o da öğleyin bitti. Dağın zirvesine vardığımızda öğleden sonra denizden gelen esinti yoğun sıcağı biraz olsun hafifletmeseydi, susuzluk, günün ikinci yarısında çok daha perişan edecekti. Bu gün de boş geçti. Tek bir yabankeçisi görmedik, ama izleri ve dışkıları, çevrede olduklarını kanıtlıyordu. Bu nedenle şansımın ertesi gün daha iyi olacağını ümit ediyordum. Hiç keçi görmemiş olmamız yaşlı muhtarın canını sıkmıştı. Dediklerini dinlemediği ve onlara rastlayabileceğimiz yerlere götürmediği için Mahmut’u suçluyordu. Bana göre hiç suçu yoktu delikanlının. Çok ümitli yerleri dolaşmış, bir hayli iz görmüş ama ava rastlama şansımız olmamıştı. Sonunda, yaşlı adam ertesi gün -dağdaki son günüm bana kendisinin de birlikte geleceğini ve Allah’ın izniyle güzel bir keçiye atacağımı söyledi.
Sabah serinliğinden yararlanarak şafaktan önce hareket ettik. Mahmut ve muhtarla birlikte dağın yamacına tırmanmaya başladığımızda gün doğuyordu. Zirveye ulaştığımızda bile vakit oldukça erkendi. Burada mola verip bisküvi ile kuru incir ve sudan ibaret basit bir kahvaltının keyfine vardık. Henüz hiçbir şeye rastlamamıştık, ama ihtiyar Türk kendinden emin görünüyordu. Dinlendikten sonra önümüze düştü ve Adrasan yönünde ilerlemeye başladık. Dağın avlandığımız yüzü birbiri peşisıra derin kayalık yarlara bölünmüştü. Bunlar çamlıklar ve makilerle birbirinden ayrılıyordu. Yaşlı rehberimin her açıklığı dikkatle incelemesinden, aradığımız avı bu sayısız vadilerden birinde görmeyi ümit ettiği anlaşılıyordu. Yanılmamıştı. Sonunda, bir kayanın üzerinden aşağılarda uzanan derin boğaza birkaç dakika baktıktan sonra dönüp başıyla yanma gelmemi işaret etti. Aynı anda ağzından tek bir kelime çıktı: “geyik” – ya- bankeçisi. Tek başıma ve dürbünsüz olsaydım, hayvanı kımıldamadığı takdirde fark etmem mümkün değildi. Oysa dürbünün yardımıyla onu gayet iyi görüyordum. Hayvanın sadece yabankeçisi olduğunu değil, aynı zamanda büyük boynuzlu bir teke olup bir köknarın altındaki taşların arasında kıvrılmış uyuduğunu da fark ettim. Ardından ikinci bir keçi daha gördüm. O da tekeydi ve diğerinin yanında yatıyordu. Ve güçlü dürbünüm üçüncüyü de ortaya çıkardı. Anlayabildiğim kadar bu dişi bir keçiydi. Diğerlerinden az ötede bir kaya çıkıntısının üstünde yatıyordu. Bizler daha önce de söylediğim gibi, onların çok uzağında ve üstlerindeydik. Rüzgâr bizden yanaydı. Hayvanların bir-iki saat daha uyumaya devam edeceğini bilsem bize paralel olan vadi yoluyla dağın yanından aşağı inebilir ve sürünerek lekelerin yattığı yerin yakınlarında atış menziline sokulabilirdik. Oysa biz ne yapacağımıza karar vermeden, tekelerden önce biri sonra da diğeri ayağa dikildi ve yanlarına gelen ufak dişiyle birlikte yattıkları taşların arasında ağır ve telaşsız yürümeye başladılar. Açıklığı geçtiler ve fundaların arasında gözden kayboldular. Kendilerini tekrar göstereceklerini tahmin ediyor, aslında eteklerinde yattıkları dağın sırtından tırmanıp kendiliklerinden bize uygun bir mesafeye gelmelerinin uzak bir ihtimal olmadığını sanıyordum. Bunu yapmaları doğal görünüyordu. Oysa dakika üstüne dakika geçti ve keçileri bir daha görmedik ve onları gözden kaybettiğimiz yerdeki fundaların arasında tekrardan yatmış olduklarını kabul ettik. Yaşlı Türk el işaretleriyle keçilere yaklaşmamı istediğini anlattı. Ben ise yerimden kımıldamayı düşünmüyordum. Yerini iyice belirlediğin hayvanın peşinde gitmekle nerede gizlenmekte olduğunu tam olarak kestiremediğin fundalık bir araziye sokulmak birbirinden çok farklı şeylerdi, ikinci şıkta insanın kendisinin görülme ihtimali bire karşı ondu. Böyle durumda ateş etme fırsatı doğsa bile isabet ihtimali azdı. Bu nedenle bekledim, bekledim ve bekledim, ta ki bir keçi vurmak ve karanlığa kalmadan kampa dönmek için harekete geçmem konusunda güneşin durumu beni uyarana kadar.
Dağdan iniş oldukça kolaydı. Az sonra keçileri ilk kez gördüğümüz yerin yakınlarına vardık. Yaşlı Türk belirlediği bir kayalığa ulaşırsak onları son gördüğümüz noktaya hakim bir yere gelmiş olacağımızı anlattı. Bu kayalığa varmak için ufak taş parçalarıyla kaplı yüz metre kadar bir açıklığı aşmamız gerekiyordu. Bunu hiç ses yapmadan başarmak kesinlikle mümkün değildi. Taşlar dağın yamacında öyle dik bir açıyla üstüste yığılı duruyorlardı ki, birinin yerinden oynaması diğerlerini de harekete geçirecekti. Böylece aşağıdaki vadiye doğru küçük bir kayma oluşmasa bile ufak bir ses çıkacaktı kuşkusuz. Bu tehlikeli açıklıktan rehberimle birlikte büyük bir dikkatle çıplak ayak geçtik. Bende yalnızca çorap vardı, onun ayakları ise tamamen çıplaktı. Burayı aşmak yıllar gibi uzun geldi, fakat sonunda istediğimiz kayalığa vardık. Süratle tepesine tırmanıp altımızdaki araziyi heyecanla taradık ve hemen de gördük aradığımız keçileri. Taşlı kısmı geçerken çıkardığımız hafif bir sesin onları rahatsız etmiş olmasına rağmen şans buraya kadar bizden yanaydı. Hayvanlar sesin tam olarak nereden geldiğini anlamamışlar, geri gidecekleri yerde bize doğru yaklaşıyorlardı. Eğer huzursuz etmemiş olsaydık içinde yattıkları çalılar yüzünden sanırım onlar bizi fark edene kadar biz onları hiçbir şekilde göremeyecektik. Böylece atış için fırsat vermeden savuşacaklardı. Önceleri üç yüz metre kadar altımızdaydılar, fakat yukarı tırmanırken attıkları her adım keçileri bize daha da yaklaştırıyordu. Büyük bir dikkatle ağır ağır ilerliyorlardı. Nihayet bulunduğum yere yaklaşık iki yüz metre mesafeye girdiler. Bundan daha yakma sokulacaklarını sanmıyordum. Gezi iki yüz metreye ayarlayarak atışa hazırlandım. Her iki teke de aynı büyüklükte görünüyordu. Kalın kıvrık boynuzları da oldukça iriydi. Az sonra lekelerden biri bir kayanın tepesine çıkıp apaçık görüntü vererek durdu. Güzel bir atış yaptım. Benden uzakta olduğu için isabet alıp almadığından tam olarak emin değildim. Fakat o gün Allah benimle beraberdi. Ateş ettiğim an durduğu kayadan kafa üstü yuvarlanıp küçük bir çukurun içinde kayboldu. ikinci tekeye de kayadan kayaya sıçrarken atmak istedim, ancak bana göre çok hızlıydı. Tek atışlı yivlime mermi sürmeye çalışırken gözden kayboldu. Çıplak ayakla trofemin yattığı yere inmem pek uzun sürmedi. İhtiyar Türk teke için beş yaşında diyordu. Ben, kaç yaşında olursa olsun onu elde etmiş olduğum için mutluydum. Bazı yaşlı tekelerin ulaştığı görkemli boyutlarda olmamasına rağmen güzel bir kafaydı. Boynuzlar oldukça simetrikti ve uzunluğu altmış bir santim geldi. Kızıl kahverengi yaz postu henüz değişmemişti. Kısa siyah bir sakalı ve omuzlarından inen geniş bir şeridi vardı. Kısa ve güçlü bacakları ağır ve dengeli gövdesini ömrünü geçirdiği dağ yamaçlarında yukarı aşağı taşımaya çok uygundu. Oldukça iyi durumdaydı teke, etinin tadı da umulmayacak kadar güzel. Bana en iyi koyun etiyle boy ölçüşecek kadar da mükemmel geldi. Keçi etine özgü kokudan eser yoktu. Oysa ben eti kokan fakat gerçekten büyük trofeli yaşlı bir tekeyi yeğlerdim. Hayvanı parçalara ayırmamız uzun sürmedi. Geri dönmekte zaten geç kalmıştık. Kampa ancak karanlık bastıktan sonra varabildik.
Ertesi sabah rüzgâr elverişli olmadığından yola çıkamadık. Ben de keçinin kafasını yüzdüm, kaynatıp hazırladım. Sonra da bütün eşyaları sahile indirtip tekneye taşıttım. Böylece rüzgâr değişir değişmez harekete hazır olacaktık. Ancak rüzgâr gün boyunca hiç değişmedi, sürekli olarak aynı yönden esip durdu. Gemiyi kaçırmaktan korkuyordum. Oysa Rum gemiciler günbatımında havanın değişeceğini söylüyorlardı. Nitekim dedikleri de çıktı, ama bu kez rüzgâr tamamen kaldı. Şimdi de nereden eserse essin rüzgârın çıkmasını bekler olduk. Gece yarısına doğru doğudan bir esinti başladı. Hiç vakit geçirmeden hareket ettik ve ertesi gün saat bir sularında Finike’ye vardık
Aynı gece Antalya’dan gelen gemiye bindik ve 30 Eylül günü öğleden sonra ünlü Rodos adasına geldik. Burada on sekiz saat karantinada kaldığımızdan İzmir’e 3 Ekim günü öğleden sonra ancak ulaşabildik. Bu yeni (bana göre) ve olağanüstü ilginç ülkeye yaptığım ilk gezi de böylece sona erdi. Vurmamış olsaydım da av peşinde keyifli günler geçirmiş ve ileride belki bir gün yararlanabileceğim bir deneyim kazanmıştım.